Yani Midjourney artık 5 dakika önceki Midjourney değil. Tıpkı Hopper’ın bir daha hiçbir zaman 1927’de Automat’ı resmettiği esnadaki Hopper olamayacağı gibi… Beklenen bir durumdu, ancak uzak vadede… Yapay zeka öncelikle rutin ve yaratıcılık gerektirmeyen işleri elimizden alacaktı. İnsanlar bu işlerin kaybıyla ortaya çıkacak olan işsizliğin etkilerini konuşup tartışırken, yapay zeka insanı bambaşka bir alanda ve hiç beklenmedik bir süratle solladı: Son birkaç aydır gündemimiz, kreatif işleri insanın elinden alan yapay zeka. Tartışmaların odağında Midjourney AI ve Dalle AI gibi, oldukça indirgemeci bir tabirle görsel çıktılar, cesur bir iddiayla da “sanat eserleri” üreten yapay zeka sistemleri var. Elbette bu cesur iddiayı ortaya koyduğumuz anda, estetikten etiğe kadar uzanan pek çok farklı felsefe alanında, sorulması ve cevabının aranması gereken onlarca soruyla ve her perdeden görüşle karşılaşıyoruz.
Yapay zeka için bu bir “görev”. Ortaya çıkan çıktı ise kimilerine göre bir sanat eseri, kimilerine göre ise basit bir kolaj… Tartışmanın fitili de tam olarak bu noktada ateşleniyor.
Birkaç aydır Midjourney, Dall-E ve Stable Diffusion ile sayısız deneme yaptım. Henüz aşina olmayanlar için kısaca bahsetmek gerekirse, sistem ilk etapta bir arama motoru mantığı ile çalışıyor. Yapay zeka sizden üretmek istediğiniz görsele ilişkin tanımlayıcı kelimeleri bir komut satırına girmenizi istiyor. Yapmanız gereken sadece bu. Sonrasında sistem, yapay zekayı besleyen görsel veri setinin içinden sizin girmiş olduğunuz anahtar kelimelerle en iyi eşleşen görselleri bir araya getirerek bir eser yaratıyor. Esas soru da bu noktada ortaya çıkıyor. Verilen kelime, binlerce farklı şekilde görselleştirilebilecekken, yapay zeka bu görselleştirmelerden bazılarını seçerek diğerlerini eliyor; tüm anahtar sözcükler için farklı seçimler yapıyor ve sonrasında bu görselleri yine kendi belirlediği bir bağlamda, anlamlı bir bütün olarak bir araya getirip eseri üretiyor. Yapay zeka için bu bir “görev”. Ortaya çıkan çıktı ise kimilerine göre bir sanat eseri, kimilerine göre ise basit bir kolaj… Tartışmanın fitili de tam olarak bu noktada ateşleniyor. Bir eseri “sanat eseri” olarak nitelendirmenin hangi koşullarda mümkün olabileceğine dair tartışmalar yüzyıllardır yapılagelmiş. Üzerinde mutabakat sağlanan faktörlerden biri eserin metaforik anlatımlar ve imgeler üzerinden ortaya koymaya çalıştığı bir ifadenin olması ve bu imgesel ifadelerin izleyici katılımıyla farklı şekillerde yorumlanmaya açık olması ve hatta buna gerek duyması. Bu tanım üzerinden biraz fikir yürütmek istiyorum. Aşağıda Amerikan Gerçekçiliği ve Modernizm akımlarının önemli temsilcilerinden Edward Hopper’ın 1927 tarihli Automat (Otomat) adlı eserini görüyorsunuz. Eserde bir kent sahnesinde, günün tüm saatlerinde yiyecek ve içecek alınabilen ve otomatik hizmet veren bir kafeteryada tek başına oturan bir kadın görüyoruz. Solda yer alan kalorifer peteğine rağmen kadın kışlık kıyafetlerini üzerinden çıkarmamış; belli ki içerisi soğuk. Işıkların camdaki yansımasından gece vakti olduğu anlaşılıyor. Soldaki duvar nereye uzanıyor, kafeteryanın büyüklüğü ne kadar, başka masalar da var mı, o masalarda başka insanlar da oturuyor mu, bilemiyoruz… Bana kalırsa mekan boş. Kadın, yalnız ve sessiz, içmekte olduğu kahvesine dalmış; muhtemelen derin düşünceler içinde... Belki de benim düşündüğüm gibi o da gecenin bir vakti bu otomatta neden tek başına oturduğunu düşünüyor. Resmin tüm öğeleri, Hopper’ın zihnine gerçek hayattan düşmüş imgeler. Belki bir gece geç vakitte, New York’ta bir otomatta böyle bir sahneye rastlamıştı. Belki kendisi de bu otomatlara gidiyor ve orada yalnız ve sessizce oturarak kahvesini yudumluyordu. Otomatların soğukluğunu, kadının kahvesini yalnızca tek elindeki eldiveni çıkararak içmesiyle, karanlığın içindeki tek canlılık ibaresini de renkli ve taze görünüşlü meyvelerle imgelemişti. Belki bu resmin içimde uyandırdığı yalnızlık hissi bana aitti; belki de Hopper da tam olarak bu duygular içinde bu imajları bir araya getirmiş, izleyiciye bu hissi yaşatmak istemişti. Sonuç olarak Hopper da tüm sanatçılar gibi, gerçek dünyadan çekerek zihnine aldığı verileri, bu verilerle o anda dondurulmuş Hopper’ın zihnindeki en uygun imgelerle eşleştirmiş, imajlara dönüştürmüş ve bir bağlama oturtarak eserini yaratmıştı. Hopper aynı fikir ve duyguyla, aynı eseri belki birkaç ay sonra yapmayı denemiş olsaydı ortaya muhtemelen bambaşka bir resim çıkacaktı. Zira bu süre içinde Hopper da, dünyadan çekerek zihnine attığı veri seti de, kavramlarla eşleştirdiği imgeler de değişmiş olacaktı. Bu düşünceleri saklı tutarak, ikinci örneğe geçelim. Aşağıda kullanmaktan en çok zevk aldığım araç olan Midjourney AI ile üretilen bir görseli paylaşıyorum. (Aslında bu cümlede bile bir tartışma yatıyor: Eylemi “ürettiğim” ya da “yapay zekanın ürettiği” şeklinde ifade edemedim, zira iki ifade de doğru olmazdı. Yapay zeka, milyonlarca insanın üretmiş olduğu veri üzerinden bir üretim yaptı. Bu nedenle eylemi pasif formda “üretilen” olarak ifade ettim; çünkü aslında görseli üreten, kim ya da ne olduklarını bilmediğim onlarca, belki de yüzlerce aktör var. Bu durumda “Bu eserin üreticisi kim, eser kime ait, telif iddiasında bulunabilecek olan kişi(ler) kimler?” gibi pek çok soru ortaya çıkıyor. Bana göre ortaya çıkan eser, olsa olsa bir kolektif eser olarak nitelendirilebilir. Ancak burada da, eseri oluşturan görsellerin üreticilerinin iznine tabii olmadan üretilmiş olması gibi bir sorun ortaya çıkıyor.) Bu görsel için Midjourney AI’a “kırmızılı kadın, kimyasal bir nehrin içinde altın arıyor” anahtar kelimelerini girdim. Burada bilinçli olarak, belki biraz da yapay zekanın yaratıcılık becerilerini test etmek üzere siberpunk bir ortam tasviri verdim ve sonrasında kendi kendime bu çabama epey bir güldüm... Ardından da tıpkı bir sanatçının eserini yorumlamaya çalışır gibi, yapay zekanın ürettiği eseri yorumlamaya çalıştım. Yapay zeka, muhtemelen kimyasal nehir üzerinden post-apocalyptic (kıyamet sonrası) bir ortam resmetmiş. Arka fonda bildiğimiz dünyada olmadığımız hissini veren kırmızı bir gökyüzü ve yanmış, yıkılmış binalara ya da yok olmuş bir ormana benzeyen figürler var. Metalik mavi nehir, arka fonla birleşerek başkalaşmış, kimyasal atıkla yüklü, tehlikeli bir su hissi veriyor. Kadın düşünceli, üzgün, bir şeyleri kaybetmişçesine suya bakıyor; ancak kaybettiğinin somut bir şey olmadığı hissine kapılıyorum. Üzerinde altın rengi bir materyalden yapılmış, vücudunu kimyasallardan korumaya yarıyor gibi görünen bir tulum, ellerinde ise boks eldivenlerine benzeyen kırmızı eldivenler var. Eldivenlerin ve arka fonun kırmızılığı, bana bunun çaresiz bir arayış olduğu duygusunu veriyor.
Bahsettiğimiz teknolojiler şu anda giriş seviyesindeler; buna karşın oldukça etkileyici işler üretebiliyorlar. Fakat bu durumun, insanın ürettiği sanatın değerini düşüreceği varsayımı da bence oldukça yersiz.
Resmi uzun uzun inceledikten sonra, Midjourney’ye resmin farklı bir versiyonunu üretmesi için birebir aynı sözcüklerle bir komut daha veriyorum. Aradan geçen yaklaşık 5 dakikalık sürede Midjourney’nin veri seti, hem internet üzerinden çektiği verilerle, hem de kullanıcılarının yarattığı yeni eserlerle daha da genişlemiş durumda. Dolayısıyla bana, kendisine gerçek dünyadan birebir aynı veriyi göndermiş olmama karşın, bambaşka imgelerle cevap veriyor. Yani Midjourney artık 5 dakika önceki Midjourney değil. Tıpkı Hopper’ın bir daha hiçbir zaman 1927’de Automat’ı resmettiği esnadaki Hopper olamayacağı gibi… Bu düşüncelerden yola çıkarak, yapay zekanın ürettiği eserin bir sanat eseri olarak kabul edilip edilemeyeceği sorusu bana göre anlamlı bir soru değil. “Gerçek sanat bu değil.” tartışmalarından daha anlamlı bulduğum tartışma ve sorun ise, dijitalleşmeyle birlikte yaratıcı endüstrilerde ortaya çıkan en büyük sorunlardan biri olan, tabiri caizse, sanatçıların becerilerinin hafife alınması eğilimi. Yapay zeka bu gibi alanlarda devreye girdikçe de durum daha vahim bir hal alıyor. Bahsettiğimiz teknolojiler şu anda giriş seviyesindeler; buna karşın oldukça etkileyici işler üretebiliyorlar. Fakat bu durumun, insanın ürettiği sanatın değerini düşüreceği varsayımı da bence oldukça yersiz. Öyle görünüyor ki yine modernitenin dualiteleriyle, ‘1-0’larla, “bu ya da diğeri” mantığıyla ilerleme hatasına düşüyoruz. Oysa gerçek dünya dualitelerle işlemiyor; farklı ihtimalleri ve seçenekleri görmek ve bir arada var olabilmelerini sağlamak gerekiyor.