Yazılar

Mahşerin Dört Atlısı Viyana’dan geçerken

Abone Ol
1913 yılında Viyana’da bir kafede olduğunuzu ve yanınızdaki masada Stalin, Hitler ve Tito’nun sohbet ettiğini hayal edin. Hepimizin ilk aklına gelen, o masada bir antlaşma koşulları konuşulduğu olsa da onlar sadece kahve eşliğinde bir sohbet için bir arada olabilirdi.

1913 yılında Viyana’da bir kafede olduğunuzu ve yanınızdaki masada Stalin, Hitler ve Tito’nun sohbet ettiğini hayal edin. Hepimizin ilk aklına gelen, o masada bir antlaşma koşulları konuşulduğu olsa da onlar sadece kahve eşliğinde bir sohbet için bir arada olabilirdi. Gerçekten böyle bir sahne yaşanmış mıydı peki? Bu sorunun cevabı ‘’kısmen evet’’.

Bundan 110 yıl önce Viyana, bir süre sonra dünyaya yön verecek bu liderlere ev sahipliği yapmıştı. İki büyük savaş sonrasında acılar ve gözyaşları arasında filizlenen ‘’-izm’’lerin savunucuları 20. Yüzyılın hemen başlarında birbirlerine çok yakın mesafelerde yaşamışlardı.

1913 yılında sadece kendi ülkelerinde değil tüm dünyada siyasi yaşama, bilime ve sanata yön veren birçok kişi Viyana’da birbirleriyle neredeyse komşuydular. Komşuluk sadece bu dörtlüyle sınırlı kalmamıştı. Aynı zamanda Sigmund Freud, Alfred Adler, Gustav Klimt ve Rotschildler’in de o yıllarda Viyana’da yaşadığını biliyoruz. Bu kişiler kendi alanlarında en üst seviyede kabul görmüş ve gelecek nesilleri etkilemiş öncü figürlerdi.

Dilerseniz 20. Yüzyıl’da tarihin akışını değiştiren Troçki, Stalin, Hitler ve Tito’nun masasına odaklanalım. Her biri farklı bir hikayeyle bu büyüleyici kente gelmişti ve bu kent her birine farklı duygular yaşatmıştı. Bu yaşanmışlıkların izleri de yaşamları boyunca verdikleri kararlarda etkili olmuştu.

‘’Acaba 1913 yılında bu kişiler birbirleriyle tanışmışlar mıydı, hatta yüz yüze görüşmüşler miydi?’’ Charles Emmerson, 2013 yılında yayınladığı ‘’1913: The World Before the Great War’’ (1913: 1. Dünya Savaşı Öncesi Dünya) adlı kitabında bu enteresan olasılıktan bahsediyor. Emmerson, araştırmasında Leon Troçki’nin buluşma öyküsüne ulaşıyor. TROÇKİ VE STALİN BULUŞMASI Troçki o tarihi buluşmayı bizlere şöyle aktarıyor: ‘’Ocak 1913'te Stavros Papadopoulos adına kayıtlı pasaport taşıyan bir adam, Viyana'nın Kuzey Terminal istasyonunda Krakow treninden indi. Koyu tenliydi, kalın bir köylü bıyığı vardı ve çok basit bir tahta bavul taşıyordu. Kapı vurularak açıldığında tanımadığım adam içeri girdi. Krakow’dan trenle gelen bu adam kısa boylu ve zayıftı. Teni grimsi kahverengiydi. Yüzünde taşıdığı çiçek hastalığı izleri gibi gözlerinde de dostluk izleri vardı’’. Evet, Troçki yazısında dostluktan bahsetmişti. Ama şimdilik…

Aslında anlatılan kişinin gerçek adı Papadopoulos değildi. Kendisi Iosif Vissarionovich Dzhugashvili (Yosif Visaryonoviç Çuğaşvili) olarak doğmuştu, arkadaşları tarafından Koba olarak bilinen ve sonrasında tüm dünya tarafından Stalin olarak anılan kişi olacaktı. İşte Troçki ve Stalin’in 1913'te Viyana'nın merkezinde buluşmaları bu şekilde olmuştu. 20. yüzyıl henüz başlamış olmasına rağmen iki devrimcinin buluşması, kendi ülkelerinden bir süreliğine kaçma ve nefes alma amaçlıydı. Viyana bunun için oldukça uygun bir şehirdi. İki milyon nüfusuyla ve 50’den fazla etnik grubun yaşadığı ve çekinmeden özgür fikirlerini ifade edebildikleri kozmopolit bir Orta Avrupa şehriydi.

SENDİKACI TİTO

Stalin ve Troçki birbirleriyle hasret giderirken, 20. Yüzyılı şekillendirecek ve daha sonra Yugoslavya'nın lideri Mareşal Tito olarak ün kazanacak olan Josip Broz Tito da Viyana’daydı. Bir süre önce Münih’te bir fabrikada çalışan Tito, kardeşiyle birlikte 1912 yılında Viyana'nın güneyinde bir kasaba olan Wiener Neustadt'taki Daimler otomobil fabrikasında çalışmaya başlamıştı. Fabrika fabrika gezerek kol gücüyle ekmeğini kazanan Tito, bir yandan da işçilerin sendika hareketlerine önderlik ediyordu. An itibariyle üç komünist Stalin, Troçki ve Tito adeta bir mıknatısla çekilmişçesine aynı şehirde buluşmuş ve Viyana’nın kafelerinde sosyalleşiyorlardı. Aynı zaman diliminde, mahşerin bu üç atlısına komünist olmayan bir başka figür daha katılacaktı: Adolf Hitler.

SORUNLU VE AGRESİF ADOLF

Yalnız ve sorunlu bir mizaca sahip olan Adolf, annesinin ölümünden sonra geldiği Viyana’yı çok sevmemişti. Meldemannstrasse, No: 27’de yer alan erkek yurdunda evsizler ve yaşlı insanlarla birlikte kalıyordu. Sınırlı harçlığını bir Yahudi kartpostalcının kartpostallarını boyayarak çıkarıyordu. Adolf’ün sosyallikten uzak bohem yaşam tarzı ile Viyana’nın kozmopolit ve çok uluslu karakteri uyuşmamıştı. Orta öğretim çizgisini aşamayan ‘’hırslı ama derslerine çalışmayan’’ vasat öğrenciliğini sanatla aşmak istedi. Kendisini resim ve mimarlık konularında çok başarılı görse de Akademi’nin saygın hocaları onunla aynı görüşte değildi.

İki kez denediği Viyana Güzel Sanatlar Akademisi’ne girme teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Akademi’ye kabul alamadığı için çok sinirlenmiş ve başarısız görülmeye tahammül edememişti. 24 yaşında yeniden şekillenen karakteri ona buradan uzaklaşmasını söylemişti. Genç Adolf, Münih’e gitmek üzere küstüğü şehirden, Viyana’dan ayrılmaya karar vermişti. Şehre küsmüştü. Ama şimdilik…

Kafe kültürü, 1913 yılında Viyana’da üst seviyedeydi. Kafe buluşmaları, Zeitungshalter olarak adlandırılan ve sopasından tek elle tutularak okunan gazeteler ile günlük haberler üzerine yapılan eşsiz münazaralar şimdi olduğu gibi o zaman da Viyana entelektüel yaşamının ayrılmaz bir parçasıydı. Charles Emmerson’a göre, ‘’Viyana entelektüel topluluğu aslında oldukça küçüktü, herkes birbirini tanıyordu, ki bu durum kültürel sınırların ötesinde fikir alışverişi sağlıyordu."
Troçki ve Hitler, evlerine sadece birkaç dakikalık yürüme mesafesindeki Cafe Central'i sık sık ziyaret ediyorlardı. Buraya gelen müşterilerin tutkusu pastalar, kahveler, gazeteler, satranç ve her şeyden önce sohbetti.

Troçki ve Hitler, evlerine sadece birkaç dakikalık yürüme mesafesindeki Cafe Central'i sık sık ziyaret ediyorlardı. Buraya gelen müşterilerin tutkusu pastalar, kahveler, gazeteler, satranç ve her şeyden önce sohbetti.

Viyana’da kafeler önemliydi. Çünkü toplumun tüm katmanlarından insanlar kafelerde buluşurdu. Dolayısıyla disiplinler ve ilgi alanları arasında çapraz bir döllenme vardı, aslında Batı düşüncesinde daha sonra çok katı hâle gelecek olan fikir sınırları hâlen esnekti ve geçişkenliğini koruyordu. Çünkü ideoloji sınırlarını birbirinden dikenli tellerle ayıracak olan ideologlar ve çizmeli siyasetçiler henüz bu kafelerde pastalarıyla birlikte kahvelerini yudumluyorlardı.

Ancak hiçbiri, hemen az ilerideki Belvedere Sarayı’nda yaşayan ve tahta geçmeyi sabırsızlıkla bekleyen bir Arşidük’ün ertesi yıl Saraybosna’da suikasta uğrayarak dünyanın kaderini değiştirecek bir savaşı başlatacağını bilemiyordu. Evet, yıl 1913’tü ve Arşidük Franz Ferdinand da Viyana’daydı.

Mahşerin dört atlısı bunu nasıl bilemediyse, biz de Cafe Landtmann’da kahvesini yudumlayan Sigmund Freud’un ‘’Bana gelselerdi ve çocukluklarına inseydik, dünya acı ve gözyaşı yerine bambaşka güzelliklerle tanışırdı’’ şeklinde düşünüp düşünmediğini hiçbir zaman bilemeyeceğiz.