Bugün Türkiye, bir çöküş tablosu ile karşı karşıya... Bir çöküş tablosunun üç önemli unsuru da mevcut. Ekonomik kriz, siyasal bölünme ve ideolojik tutkalın iş göremez hale gelmesi... Üretici sektörlerin devre dışı bırakıldığı, sıcak paraya, borçlanmaya, inşaata ve turizme dayalı ince dal üzerindeki ölümcül iktisadi yükseliş eni sonu kendi limitine ulaştı ve tıkandı. Bu tür sahte büyümelerin sonu bildik krizlere de benzemez...Çok daha ağır olur. Olağan devrevi krizleri bir kalp teklemesi, bir nefes daralması, ayak takılmasına bağlı bir sakatlanma gibi düşünürsek, bu tür yalancı büyümelerin ardından gelen kriz, güçlü bir patlama, yüksekten tepe üstü yere çakılma gibidir. Üzerinde yürüdüğü ince dal çatırdamaya başlayan Türkiye,.gelinen yerde daha yukarı tırmansa da aşağı inmeye çalışsa da, ekonomik alanda çok ağır bir fatura ödemek akıbetiyle yüzyüzedir. . Olağan devrevi krizlere bir siyasal bölünme, dağılma ve uçlarda toplanma eşlik eder kural olarak. Komünist ve faşist siyasal seçenekler güç kazanır ve siyaseti şekillendirmeye başlarlar. Ama bu durum yarattığı tüm aşınmalara karşın kitleleri bir arada tutan ortak siyasal ve moral bağların dinamitlenmesi anlamına gelmez yine de...Zira siyasal toplumsal bölünme, eni sonu biri milli birlikten, diğeri de emekçi halkların birliği ve dayanışmasından söz eden iki temel yönelim arasındadır. Ama küresel kapitalizmin ve AKP'nin uzun yıllara yayılan ortak çabalarının olumsuz mirası olarak bugünkü siyasal/toplumsal bölünme esasta kültür, yaşam tarzları, etnik, dinsel-mezhepsel kimlik vb. odaklı bir bölünmedir. Bu bölünmenin olağan devrevi krizlerdeki siyasal kutuplaşmadan farkı ortak toplumsal ve moral bağların berhava edilmesine yol açması ve toplumu, kültürel hasımlıkla giderek kendini daha çok içe kapatan çok sayıda ve birbirinden izole kimliksel/kültürel adacığa ayrıştırmış olmasıdır. Her olağan krize, krizin derinliği ölçüsünde büyüyen bir ideolojik kiriz de eşlik eder... Olağan krizlerde bu esasta bir bütün olarak egemen/resmi ideolojinin krizidir. Eski resmi/egemen anlatılar itibar ve gücünü yitirir ve farklı anlatılar seçenek olarak öne fırlar. Ama bugün Türkiye'de yaşanan krizde, eski egemen anlatılar içten içe zayıflasa da, yerini yenilerine bırakmak üzere sahneden çekilmiş değildir.Tam aksine sahneye baktığımızda eski ideolojinin iki kutup başı arasında seyreden bir kapışmanın, mevcut krizi resmeden en başat figürlerden biri olduğunu görmekteyiz. Olağan krizler kendine has özellikleri olsa da, kural olarak küresel krizlerin bir türevidir ve ekonomik faktör bu krizlerde en başat/belirleyici etmendir. Ama Türkiye'de yaşanan bugünkü krizde ekonomik krizin ve küresel faktörlerin başat ve belirleyici unsurlar olmadığını görüyoruz. Gerek ekonomik kriz gerekse küresel süreçlerde yaşanan kırılmalar krizi yaratan değil, daha da hızlandıran ve derinleştiren konjonktürel faktörler durumunda. Tüm bu nedenlerle yaşadığımızın kapitalizmin olağan krizlerini de kapsamakla birlikte onu çokça aşan olağandışı/olağanüstü bir kriz olduğunu söyleyebiliriz. Eğer kapitalist sistemin olağan bir krizi olsaydı; bu krize burjuva sistemin kendi içindeki olağan siyasi yanıtlarla karşılık verilmek yoluna gidilir ve 7 Haziran'dan muhtemelen bir AKP-CHP koalisyonuyla çıkılırdı. Bir müddettir evrensel sistemik krize AKP-Erdoğan krizi de eklenmişti. 7 Haziran'dan sonra ise AKP-Erdoğan krizi çok daha öncelikli ve önemli bir hale geldi. Elbette sorun dar partisel ve kişisel boyutun ötesinde bir mahiyet taşıyor. Tüm bu nedenlerle olağan sistemik krizden çok daha köklü bir krizle yüzyüzeyiz. Türkiye'ye has dinamiklerin başat olduğu bir tarihsel krizle...... Gecikmiş bir hesaplaşmalar toplamının sistemik krizle birleşmesi ve sistemik krizi aşması hali bu. Bu ikisi birbirini derinleştiriyor ve krizi iyiden iyiye kördüğümleştiriyor.. Bu Türkiye'yi bir çöküş, bir dağılma, hücreleşme ve yok oluş tehdidi ile karşı karşıya bırakan kriz ötesi bir durum... Bu tartışmayı bir entelektüel duyarlılık ve merakla yürütüyor değiliz. Bu tartışma Türkiye'yi yakın gelecekte nelerin beklediğine ve bu kriz sarmalından olumlu anlamda nasıl, hangi yolla, hangi politik öncelikler ve ittifaklar dizgesiyle çıkılabileceğine ilişkindir esas olarak. Olağan kriz dönemlerinde iki olasılık vardır. Ya bu kriz ileri sıçramak için bir fırsata çevrilir ya da toplum koyu bir despotizmin gölgesinde uzun süren bir çürüme hali yaşar. 12 Eylül sonrası olduğu gibi. Bugün karşı karşıya olduğumuz tabloda ise ilk seçenek aynı ile baki iken, bu ileri hamle yapılamazsa karşılaşılacak olan muhtemeldir ki bir otoriter çürüme dönemi bile olmayacaktır. Zira böyle koyu bir despotizmin inşası için bile AKP/ Erdoğan kanadının bir kısım içsel ve dışsal destekçileri olması, bazı kesimlerinde en azından nötr/hayırhah bir tutum göstermesi gerekir. Bu salt yüzde 50'lik oy desteği ekseninde başarılabilir bir durum değildir. Türkiye'deki birikim öyle ya da böyle, kısa ya da orta vadede, neo Osmanlıcı projeye izin vermeyecek güçtedir. Süreç kısa ya da biraz daha uzun olabilir ama AKP'nin neo Osmanlıcı otoriter restorasyon çabasında başarılı olabilmesi bugünkü dengeler itibariyle olanaklı değildir. Ama süreç uzadıkça bu ülke çok daha ağır faturalarla yüz yüze kalacaktır. Sevr en uygun tanımlamadır karşı karşıya kalacağımız fatura için. Ama şu farklarla: Bir, bu Sevr dış dinamiklerce dayatılmış bir durumu değil, içeride üretilmiş bir durumu tanımlamaktadır; ve iki; bu Sevr geçmiş Sevr'i mumla aratacaktır. Zira ortaya çıkan tablo karşısında bölünme/parçalanma deyimi hafif kalacaktır. Yok oluşa çok yakın bir hücreleşme tablosudur karşılaşılacak olan... Sonuca, yani ne yapmalı?, nasıl yapmalı? ve kimlerle yapmalı? sorularına gelirsek... Bu olağandışı krizden çıkabilmek; bu çöküş, dağılma, çözülme sürecinin önüne geçebilmek için biri acil/taktik, diğeri de temel stratejik önemde iki adımın atılması zorunludur. Acil/taktik olanı "Erdoğan ve başkanlık karşıtı" güçlü bir duruşun inşasıdır. Bu sorunun önemli ama kısa vadeli yanıdır.Temel/stratejik adımla birleşmediği koşullarda yalnızca AKP/Erdoğan devreden çıkarılmış olacaktır. Ama toplumsal dağılma, yani "iç Sevr" riski bertaraf edilmiş olmayacaktır. Zira Türkiye her ne kadar küresel güçler ve AKP marifetiyle bu noktaya getirilmiş olsa da, buna olanak sağlayan uzak ve yakın tarihsel geçmişe dayalı zaaf ve hastalıklarla malul olmasaydı Erdoğan'ın bu kadar hızlı yol alması mümkün olamazdı. Dolayısıyla neo liberalizm, eksik laiklik ve Kürt sorunu başta olmak üzere bu zaaf alanlarını gören ve aşan stratejik adımlarla da tamamlanması zorunludur ilk aşamanın. Bu emekten yana yeni bir Cumhuriyet perspektifi ve programıdır. Ayrıntısını gelecek yazıya bırakarak acil olana değinelim. Sakarya ruhu... Zira öncelikle Erdoğan'ın neo Osmanlıcı emellerine, somut olarak da başkanlık hevesine dur diyebilmek çok acil ve kritik önemdedir. Bu iş ise parlamentoyu da kapsayan ama çokça da aşan kitlesel bir politik direnç ve karşı duruşla olanaklıdır. AKP ve Erdoğan en zayıf dönemlerindedir.Amaçlarına ulaşmak açısından ellerindeki tek enstrüman muhalif unsurları korkuyla sindirmedir. Aslında son derece ince bu korku duvarı... Bu nedenle de öncü müdahaleler kitle seferberliğini yaratmaya, politik kitle seferberliği de tek adam eksenli neo Osmanlıcı projeyi boşa çıkarmaya rahatlıkla kafi gelecektir. Sakarya Savaşı bir subay savaşıdır. Subayların orada ön alması ve direngenlik göstermesi, halkın içindeki yaygın korku, yorgunluk ve umutsuzluk ruh halinin parçalanmasına ve Kurtuluş Savaşı'na aktif kitlesel katılımlara, bu da Kurtuluş Savaşı'nın zaferle sonuçlanmasına yol açmıştır. Ez cümle ilk önce ve acilen yeni bir Sakarya ruhu ve tavrına ihtiyaç vardır.