"Hayat ileriye bakarak yaşanır, geriye bakılarak anlaşılır." demiş Kierkegaard ve güzel de söylemiş, insan temel olarak hesaplarını ve sohbetlerini geleceğe dair yaptığı, geleceğe ilişkin umut ve hayallerini kaybetmediği ölçüde genç, devingen ve üretkendir. Yaşından bağımsız olarak, sohbet ve hayalleri geçmişe, anılara, masal ve efsanelere dayanan insanlarsa yaşlıdırlar. Bireysel hayatımıza ilişkin bu saptama siyasal hayat içinde neredeyse bire bir geçerlidir. Yaşlı, tutucu, kendini gelecekle değil de geçmişle tanımlayan bir kimlik açısından bakıldığında milliyetçilik, dincilik ve postmodernizm büyük ölçüde aynılaştığını görürüz. Hepsinin önerdiği toplumsal model referansı gelecek değil geçmişe aittir. Siyaset aslında geleceği inşa sanatıdır. Yeni ve umutvar bir vizyon ortaya koyma ve bu vizyonun etrafında olabildiğince geniş kitleleri birleştirme ve seferber etme işidir. Siyasetleri geçmişi ihya etmeye dayalı olanlar ise yalnızca tarih dışı bir yaklaşıma sahip değillerdir, aynı zamanda siyaset dışı bir tutum içicindedirler de. Zira kötü olan bugün iyi olan/olduğu varsayılan düne dönüşle aşılmaz. Zira düne dönülemez. Tarihte hiçbir dönemsel başarı, “altın çağ” kalıcı değildir. Ve oraya yeniden dönmek de mümkün değildir. Her paradigma tarihseldir. Aynı paradigmayla iki kez zafer nehrinde yıkanamazsınız. Yeni bir altın çağ için yaşadığınız döneme yanıt veren yeni bir paradigmaya sahip olmanız gerekir. Tarihte yeni tarihsel ve siyasal sıçramalar kural olarak o momente hegemon olanlarca değil geriden gelenlerce ve söyleyecek yeni sözleri olanlarca yapılır. Örneğin Batı, Aydınlanmayla düşünsel anlamdaki büyük sıçramasını tam da bu dönülecek "şanlı mazi" avuntusuyla hesaplaşabildiği, geleceği elde etme perspektifiyle kendine ve mazisine eleştirel yaklaşabildiği için yapabildi. Ancak yeni gelişmelerle toplumsal/sınıfsal ve düşünsel konumlarını kaybedenler, yeni bir paradigma üretme yeteneğini yitirenler, önce statükoya ve sonra da “şanlı geçmişe” sarılırlar. Bunların da topluma sunabilecekleri masal ve efsaneden, “şanlı geçmişi” ihya edecekleri gelecekteki “o şanlı ve kutlu ana” dair kurgusal başarı hikayelerinden öte hiçbir şeyleri yoktur. Gerileyen hegemonlar tutuculaşır ve tarihle avunma ve avutma eğilimi gösterirler. Gelecek onlar için korkularla yüklü olduğu için, insanlara geleceğe dair yeni ufuklar açamazlar. Bu nedenle siyasetleri de siyaset değil hamasettir. Toplumun refah ve özgürlüğü ekseninde yani bizatihi politikaya dair söyleyecekleri yeni bir söz, gösterecekleri yeni hedefler olmadığı için mitler, kutsallar üzerinden konuşurlar, yeni mit ve kutsallar üretmeye çalışırlar. Din ve milliyetçilik ise bu geleceksizlerin en önemli tutamağıdır. Ama bu apolitik masal/destan edebiyatı saltanatlarını korumaya yetmez. Kaybetme korkularını hafifletmez. Kendi korkularını topluma da yayarak hastalıklı bir korku toplumu yaratırlar. İnsan evladının yaşlısı – eğer ölüm korkusunu aşıp yaş alırken de genç kalmayı başaramamışsa- ölüme yaklaşmanın baskısı içinde bir “varlık-yokluk” gerilimiyle yaşar. Hele de korkusu güçlüyse en sıradan ağrıyı bile “ölüm” işareti olarak yorumlar. “Beka sorunu” en temel sorunu olur. Kendi yok oluşlarını gören, derin bir ölüm korkusuna kapılan siyaset erbabı da böyledir. Bu derin korku giderek bir paranoya halini de alır. Kontrolü dışındaki her şeyden şüphelenir. Her şeyi kontrolü altına almaya, yani açık bir diktatörlüğe yönelir. Korku kendi korkusudur aslında, topluma ait değildir. “Beka sorunu” kendisinin sorudur aslında, topluma ait bir sorun değildir. Ama o toplumda korksun, bu korkuyu paylaşsın ister. Zira umut veremeyen, söyleyecek yeni sözü kalmayan, masal ve efsanelerle yarattığı efsunlar tükenmeye başlayanlar ancak korku iklimi yaratarak yönetebilir. Ama gelin görün ki tarihte hiçbir egemenlik kalıcı değildir. Tarihle ideolojik ve siyasal olarak hesaplaşma gücü gösteren devrimci bir özne, maziyle/tarihle avunmak ve avutmak isteyenleri, eni sonu o en çok sevdikleri yere, yani maziye/tarihe gönderir.