Basın özgürlüğü en gelişmiş kapitalist ülkelerde bile  tümden  bir yalan değilse de, iki yüzlücedir, şarta bağlıdır. O şart ise sermayenin ve mevcut sistemin çıkarlarını savunmaktır. Basın bu temel şarta ne kadar sadıksa, o ölçüde de özgürdür. Özcesi "sermaye sınıfının ve sistemin gücü nasıl artar ve bekası en iyi biçimde nasıl güvene alınır" başlığı sınırlarında tartışabilme/eleştirebilme  özgürlüğüdür bu. Basına boşuna 4.kuvvet denilmemektedir. Basın, yasama, yürütme ve yargı gibi sistemin özsel bir parçası, kolektif sermaye adına  (halk adına demelerine bakmayın) sistemin denetleyicisidir...

Sistemin 4.kuvveti olan  basının etki ve hareket alanı sistemin ihtiyaçlarına, kriz ve esneklik durumuna göre daralır ya da genişler. Tıpkı yürütme/yasama/yargı alanlarının daralıp gelişmesi gibi... Sistemin kendini rahat hissettiği konjonktürlerde sistem dışı muhalefete bile kısmen tolerans vardır. Faşizm dönemlerinde ise sistem içi bile olsa en küçük aykırı sese dahi izin verilmez.

Ama ve lakin, basın özgürlüğünün sınırlarının daha kalıcı ve sahici biçimde genişlediği konjonktürler de vardır. Bu konjonktürlerin ortak özelliği ise etkili ve süreğen toplumsal muhalefetin, en başta da örgütlü ve güçlü bir işçi hareketinin mevcudiyetidir.

Türkiye'de de basın özgürlüğü sorunsalı aynı dinamiklerle şekillenmiştir. Ne var ki ülkemizde sistem hiçbir zaman kendini çok rahat hissedeceği bir güce sahip olmamıştır. Ayrıca etkili/süreğen bir toplumsal muhalefet ve güçlü ve örgütlü bir işçi hareketinin varlığı açısından  da gelişmiş kapitalist ülkelere göre daha dezavantajlı bir konumdadır. Böyle olduğu  için Türkiye'de basının özgürlük alanı gelişmiş kapitalist ülkelere kıyasla hep daha dar olmuştur. Ve/fakat yukarıda belirttiğimiz iki belirleyici faktör açısından  daha olumlu bir tablonun var olduğu 65-78 yılları, basının en fazla özgürleştiği dönem olmuştur.

İşçi hareketinin gücünün ve kapitalist büyümenin bileşkesi olan "sosyal devlet" çözülüp neo liberal politikalar galebe çalınca basın özgürlüğü açısından da yepyeni ve olumsuz bir süreç başlamıştır.

Neo liberalizm basın ve sermaye ilişkilerinde dolaysız bağlılık ilişkilerine yol açmıştır. Eskiden genel olarak sermaye düzenine bağlı olan basın, neo liberalizmle tek tek sermaye gruplarının, çoğunlukla da tekellerin halkla ilişkiler bürosu haline gelmiştir.

Uluslararası düzeyde haber tekeli emperyalist ülkelerden azgelişmiş ülkelere doğru uluslararası tekellerin çıkarlarına göre şekillendirilen bir haber akışına yol açarken, tek tek ülkelerin kendi içindeyse haber üretimi büyük sermayenin çıkarlarına dolaysız bir biçimde bağlı hale gelmiştir.  Basın geçmiş dönemde daha çok şekilsel planda  ve sınırlı ve şartlı kalsa da var olan kamu adına denetim fonksiyonundan tümüyle uzaklaşmıştır.

Türkiye'de ise basın sahiplik bakımından doğrudan holdinglerin organik bir parçası haline gelmiş, eskinin "gazete patronluğu" tarih olmuştur.

Hal böyle olunca neo liberalizmin genelde tekellerin halkla ilişkiler bürosu haline getirdiği basın, Türkiye'de bir de mafyavari ihale takipçiliği misyonu da üstlenmiştir.

Geçmişte sosyal güvencelerle donatılan ve basının  temel direği muhabirler yok pahasına ve güvencesiz çalıştırılmaya başlanmış, muhabirlik kurumu da niteliksizleştirilmiş ve itibarsızlaştırılmıştır.  Zira gazeteciliğe, gerçek habere ihtiyaç kalmamıştır.

Muhabirlik açık bir yıkıma sürüklenirken, "milyarder" köşe yazarları, yayın yönetmenleri, yayın kurulu üyeleri türemeye başlamıştır. Basın kuruluşları zarar ederken dahi bu zevatın patronlarınca lükse boğulmasının elbette bir sebep-i hikmeti vardı. Ama bu sebep-i hikmet çok yetenekli gazeteciler olmaları değildi. Bunlar gazetecilik yapmıyorlardı. Bunlar patronları adına mafyavari ihale takipçiliği ve tetikçilik yapıyorlardı.

Eminim ki muhabirlerin, yani gerçek basın emekçilerinin çoğunluğunun gönlü hak ve eşitlik arayan emekçilerle birlikte çarpar. Ve yine aynı kesinlikle "ihale takipçisi ve patron tetikçisi" bu zevat basın özgürlüğü dahil bir ülkedeki genel özgürlüklerin en temel teminatlarından olan emekçi örgütlenmesi ve eylemlerine karşı düşmanlık hissi besler.

Zira onlar basın emekçisi olmaktan çıkmışlar patron yanaşması olmuşlardır Çünkü onlar Kafka'nın ünlü romanındaki gibi "Dönüşüm" yaşayarak başka bir şey haline gelmişlerdir.

Bu yüzden tahtakuruları içinde uyumak, her gün iş kazası ve ölüm riskiyle yüz yüze olmak, aylardır maaş alamıyor olmaya tepki göstermek onlar için “sudan sebeplerle eylem yapmak”tır. “Hainlik” ve “terörizm”dir.

Velhasıl işçi ve emekçiler onurlu direnişlerini yalnızca tahta kurularına, bitlere, pislik içindeki wc'lere değil aynı zamanda hamam böceklerine karşı da vermektedirler.

Ali Duran Topuz, Gazete Duvar’daki son yazısında siyasi partiler arasında ne isim konulacağı (Abdülhamit ya da Atatürk) tartışılan bir havalimanına orada çalışan emekçilerin yaşam koşullarındaki berbatlık nedeniyle "Cehennem Havalimanı" adı konulmasını önermişti...

Eksik kalmayıp ben de önerilerde bulunacağım: Benim önerilerim; Tahtakurusu Havalimanı ya da Hamam Böceği Havalimanı olması doğrultusundadır...

Arz ederim efendim...