Castro'nun ölümü nedeniyle medya da ve sosyal medyada genellikle Castro ve Küba hakkında çok olumlu değerlendirmelerde oldu. Ama medya ve sosyal medyada bazı kişi ve yazarlar çevreler, bu Küba ve Castro sevgisinden rahatsız oldular ve Castro'yu bir diktatöre, Küba'yı da sıradan bir yoksul ülkeye indirgeyen değerlendirmelerde bulundular. Bu değerlendirmelere ilişkin Küba örneği somutundan kalkarak çok güzel ve güçlü yanıtlar verildi. Ben ise bu yazıda sosyalizmin genel teorik ve pratik tarihinden kalkarak daha genel bir çerçeve içinden konuyu ele almaya çalışacağım. Küba deneyimi eleştirilebilir elbette Eleştirilmiştir. Eleştirilmelidir de. Zira aklı başında hiç kimse, Castro Küba'sının sorunsuz, kusursuz ve insanlığa evrensel model olarak önerilebilecek bir olgunlukta olduğunu iddia edemez. Eden var mıdır? Bilmiyorum ve sanmıyorum. Zaten var olsa da ciddiye alınabilir bir yaklaşım olmaz bu. Çünkü hiç bir sosyalizm modeli, insanlığın hem tokluğu ve hem de özgürlüğü önündeki ekonomik, siyasi, hukuksal, sosyal, kültürel vb. alanlardaki temel engelleri kaldırmayı başarmadan örnek bir model haline gelemez. Aksi sosyalizmin tanımına, varlık nedeni ve amacına ters bir durum olur. Ama ya düşmanlık! İşte bu bambaşka bir sınıfsal, ideolojik ve "insanlık" durumudur. Castro'ya düşmanlığın arkasında Küba'nın yoksulluğu, demokrasi ve özgürlük alanlarındaki sıkıntıları yoktur ve olamaz. Zira bu olumsuzlukları yaratan Castro olmadığı gibi, bilakis o tüm bu alanlarda ülkesini ileriye taşımış bir liderdir. Yoksulluk içinde boğulan, diktatörlükle yönetilen ve fakat kapitalist dünya ile barışık hiç bir ülkeye Küba örneğindeki türden süreğen bir düşmanlık gösterilmiyor oluşu da, bu gerçeğin bir başka kanıtıdır. Castro'ya düşmanlığın arkasında ne var?  Biz Küba dahil yaşanmış sosyalizm deneyimlerine bir "ön sosyalizm"; bu deneyimlerin önderlerine de insanlığın Da Vinci'leri ve Hazerfen Çelebi'leri diyebiliriz. Malumunuz olduğu üzere Da Vinci'nin ve Hazerfan Çelebi'nin ortak özelliği her ikisinin içindeki uçma sevdasıdır. Ama aynı zamanda o dönemin egemenlerinin saltanatlarına ideolojik altlık oluşturan egemen skolastik anlayışa da bir itirazdır. Başarısız olmaları, uçmaya çalışırken tam aksine yerle yeksan olmaları, onların haksız olduğunu ve insanlığı taşımaya çalıştıkları ufka ulaşmanın olanaksız olduğunu göstermiyordu. Bilakis bugün gökyüzünü fethe çıkan insanlığın da önünü açtılar, hayalleri gecikmeyle de olsa gerçeğe dönüştü. İşte Hazerfan'a, Da Vinci'yi düşmanlık ne ise ve nereden kaynaklanırsa Castro ve Küba'ya düşmanlık da aynı yerden kaynaklanıyor. İnsanlığı yeni ufuklara taşıma hayalinin kendi statükolarını sarsacağını çok iyi bilen egemenler cephesinden... Eşitlik gerçekleştirilemez mi? "Eşitlik ve özgürlük" devletli/sınıflı toplumların varlığından beri insanlığın güncelliğini ve önemini korumuş çok temel amaçlarındandır. Pek sık duyduğumuz "eşitlik ve sosyalizm" insanın tabiatına (fıtratına) aykırıdır. İnsan tabiatı gereği bencildir vb. vb." lafları işin özünde koca bir çarpıtmadan başka bir şey değildir. Zira "insan doğası" öyle tek yönlü ve tek boyutlu değildir. "İnsan kadar alçalabilen bir canlı yoktur ama aynı zamanda insan kadar yücelebilen bir canlı da yoktur".  İnsan doğasının hangi yönünün öne çıkacağını koşullar ve sistem belirler. Kapitalizmin insanlığa anlattığı ve kabule davet ettiği hikaye, insanın kötücül yanlarının temel ve değiştirilemez olduğuna, ve bu nedenle de toplumsal eşitliğin imkansızlığına dair kötücül bir hikayedir. Ama sosyalizm uygulamaları kapitalizmin "eşitlikçi bir toplumun olanaksızlığı" savını ciddi biçimde sarmıştır. Zaten yaşanmış sosyalizm deneylerinin en tartışılamaz başarısı ekonomik, sosyal, kültürel bakımdan eşitlikçi bir toplum yaratabilmesindeydi. Kapitalizmin devi ABD'nin yanı başında küçücük bedeniyle Küba hala, eşitlikçi bir toplum anlayışının somut/yaşayan kanıtı olarak "rahatsız edici varlığı"nı sürdürmektedir. Düşmanlık bundandır.  "Ya özgürlük?", "Ya demokrasi?" Doğrusu bu ya; yaşanan sosyalizm deneyimleri sosyal ve ekonomik haklar alanında gösterdiği başarıyı siyasal ve bireysel haklar alanında, yani özgürlük ve demokrasi alanında göstermekten hayli uzaktı(r).  Peki sosyalizm gerçekten de özgürlük idealinden azade salt bir ekonomik eşitlik iddiası mıdır? Sosyalizmin ayırıcı özelliği eşit bir toplum oluşturmaktır. Bu kesin... Ama bu kendi başına ve kendisi için bir amaç değildir. Sosyalizm teorisinde eşitlik ve özgürlük birlikte, birbirini besleyen ve gerçek kılan unsurlar olarak vardır. Sosyalist teoriye göre burjuva demokrasisi ekonomik, toplumsal ve kültürel eşitlik sağlama yeteneğinden yoksundur. Kendisinin en üst sınırını oluşturan hukuki ve siyasal eşitlik ve parlamenter demokrasiyle tüm toplumu kapsayan gerçek bir özgürlük vaadinde bulunamaz insanlığa. Sosyalizmin amacı ise oy hakkı, kadın hakları, basın özgürlüğü, örgütlenme ve eylem özgürlüğü vb. tüm alanlarda bu ikiyüzlü, biçimsel, şartlı ve kısmi demokrasiyi aşan bir özgürlük rejimi kurmaktır. Yani sosyalizm salt ve temelde ekonomik eşitlik iddiası taşıyan bir sistem değil, insan özgürlüğünü ana amaç kabul eden bir düşünce ve eylem anlayışıdır. Peki ne oldu? Sosyalistler iktidara geçtikleri ülkelerde biri nesnel, diğeri öznel/teorik iki temel sorunla karşılaştılar. Sosyalizm, umdukları ve bekledikleri gibi "ileri" ülkeleri kapsayamadı. Bu ülkelerde gelişen devrimler sosyalist iktidarlarla taçlanamadı. Bu anlamda başarılı olanlar ise ekonomik bakımdan geri, kentli ve proleter nüfusu zayıf ve demokrasi deneyimi ve kültürü zayıf olan ülkelerdi. Yani sosyalistler, sosyalizmin kapitalizmden ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal/özgürlükçü vb. alanlarda üstünlüğünü ortaya koyabilmek açısından son derece dezavantajlı bir durumla karşı karşıya kaldılar. Bu nesnel problemdi. Problemin ikincisi ve öznel olanı ise, özellikle de siyasal alandaki özgürlükçü hedeflerin nasıl, hangi yöntem ve araçlarla realize edileceği konusunda teorik planda sosyalistlerin elinde net ve kapsamlı bir birikim mevcut olmamasıydı. Marks bu konuda yalnızca "Paris Komünü"nün sosyalistlere bazı aydınlatıcı veriler sunduğundan söz etmişti. Sonra çok uzun yıllar boyunca bu konu, sosyalistlerin teorik mesaisinin ön sıralarında yer almadı. Bu dönemdeki sosyalist külliyat, Lenin'de dahil,  öngörülenin temsili demokrasinin araçlarının radikal biçimde reddedildiği bir sistem değil; bu araç ve yöntemlerin sosyalizm amacı doğrultusunda işlev değiştirdiği, bir anlamda proleterleştirildiği/halkçılaştırıldığı bir yönetim biçimi olduğunu göstermektedir. Ta ki Sovyet Devrimine kadar. Devrim süreci derinleştikçe Lenin'in bu konudaki düşünceleri bir başka doğrultuda derinlik ve netlik kazandı. Zira devrim yaygın olarak komün benzeri sovyet örgütlenmelerini ortaya çıkarmıştı. Lenin bu gelişmenin iticiliğiyle  Marks'ın "komün" hatırlatmasına döndü. Artık O'na göre sosyalizme geçişin siyasi yönetsel yöntemi temsili demokrasi değil, doğrudan demokrasiye çok yaklaşan aktif katılımcı bir işçi-emekçi demokrasisi olacaktı. Rosa Lüksemburg tam da bu süreçte Lenin'e eleştirel bir uyarı yaptı. Doğrudan demokrasinin araç ve uygulama açısından yeterli bir olgunluğa ulaşmadığı koşullarda temsili demokrasinin tüm kurumlarıyla tasfiyesinin riskine işaret eden Rosa, doğrudan demokrasi araçlarının şu ya da bu nedenle etkisiz ve yetersiz kalması koşullarında, ortalığın bütünüyle bürokrasiye kalacağına ve bu durumunda sosyalizm açısından çürütücü/öldürücü sonuçlar yaratacağına dikkat çeker. Tarih ne yazık ki "iyimser" Lenin'i değil; "temkinli" Rosa'yı haklı çıkarmıştır. Küba/ Sosyalizm ve Miras... Küba sosyalizmi,  Sovyetler Birliği'nin ilk dönemleri ile birlikte bizlere yalnızca eşitlikçi bir toplum alanında değil aynı zamanda doğrudan/katılımcı demokrasi deneyimleri alanında da ciddi dersler ve önemli miraslar bırakan bir deneyim olmuştur. Bu olumlulukta en önemli neden Doğu Avrupa ülkelerinin Sovyet deneyiminin bürokratik deformasyonunun dolaysız aktarıcıları olurken, Küba'nın kısmen Sovyet deneyiminden özerk gelişmiş, gerçekleşmiş bir devrim olmasıdır. Bu söylediklerimiz Küba'nın elbette ne eşitlikçi toplum ne de doğrudan/katılımcı demokrasi alanında -bazıları son derece ciddi- kusurlara sahip olmadığı anlamına gelmiyor. Özellikle doğrudan katılımcı  demokrasi alanında Küba'da da hala ciddi bürokratik engeller aşılabilmiş değildir. Ama coğrafi ve ekonomik kısıtlarına karşın Küba'nın eşitlikçi toplum ve doğrudan demokrasi alanında attığı bu radikal ve özgürlükçü adımlar ve elde ettikleri küçümsenmemesi gereken başarılar insanlığın geleceği açısından umut ve heyecan veren bir gelişmedir. Küba oradan, ABD'nin yanı başından bize,  "ben tüm coğrafi ve ekonomik zorluklara, demokrasi deneyimi kısıtlı bir siyasal kültüre rağmen doğrudan demokrasiye yönelen eşitlikçi bir toplum yaratmada bu adımları atabildiysem, dünyanın bugünkü gelişmişlik koşullarında (nesnel uygunluk) ve bu kadar deneyim ve birikimin olanaklarından yararlanarak (öznel/bilinçsel hazırlık) artık eşitlikçi ve özgür bir toplum ideali insanlık açısından güncel ve gerçekleştirilebilir bir hedef haline gelmiş demektir" mesajını vermektedir. Kimileri Castro'yu ve Küba'sını, tüm kusur ve eleştirilecek yanlarına karşın bu nedenle sevmekte ve önemsemektedir. Kimileri de tam da bu aynı nedenden dolayı Castro'yu ve Küba'sını sıradanlaştırmaya ve hatta şeytanlaştırmaya çalışmaktadır. Castro'ya ve Küba'ya düşmanlık, işin özünde eşit ve özgür bir toplum idealine düşmanlıktır.