Giderek derinleşen ekonomik krizin sadece “dolar kuru” ve “piyasa müdahaleleri” üzerinden tartışıldığı, derinleşen yoksulluğun insani boyutunun çoğu zaman görmezden gelindiği günümüz Türkiye’sinde hakim olan tam bir akıl tutulması halidir.   HORKHEİMER VE AKIL TUTULMASI Max Horkheimer ünlü “Akıl Tutulması” adlı kitabında Faşizmin Batı aklının içindeki yerini anlamaya, anlatmaya çalışır. O’na göre soyut ve kişisel çıkarın bir ilke olarak şekillenmeye başlamasıyla birlikte rasyonel birlik ilkesinin ve ulusal birlik anlayışının temellerinin zayıfladığını vurgular. Bu durum bir uzlaşma eksikliğinin getirisi olarak karşımıza çıkar ve faşizme geçme eğilimini taşır. Horkheimer’ın anlatısı Avrupa yakın tarihindeki Nazi Almanya’sı ve Mussolini İtalya’sı gibi örneklerle birlikte düşünüldüğünde, ekonomik nedenlerin de etkisiyle öznelci kişisel çıkarların toplumdaki iktidarın şekillenmesinde etkili ve belirleyici bir unsur olduğu açıktır. Horkheimer’a göre bireylerin pragmatizmi çerçevesinde şekillenen iktidar altında “akıl” özerkliğini farkında olmadan kaybederek araçsallaşır ve toplumsal sürece boyun eğen bireyler ortaya çıkar. Bu noktada Toynbee’den alıntı yaparak “çömlekçinin kullandığı kilin kölesi olma eğilimi”ne girmesinden bahseder. Pragmatizm ve faydacılığın belirlenimi altındaki aklın sınırlarını çizmek zorlaşınca nesnel akıl giderek zayıflar ve yıkılır. Bu yıkılma evresinde gericilik ve cehalet savunucuları kazançlı çıkar[1]. Amacım saf aklın veya rasyonel aklın eleştirisine girmek değil. Bu nedenle bazı felsefi tartışmaları derinleştirmeden, Horkheimer’ın izleğinde aklın araçsallaştırılmasının demokrasi açısından sonuçlarına değinmek istiyorum. Akıl Tutulması kitabında da belirtildiği üzere, “rasyonel temelinden yoksun kaldığında, demokrasi ilkesi sadece insanların sözde çıkarlarına bağımlı hale gelir; bunlarsa, bilinçsiz, ya da belki fazla bilinçli ekonomik kuvvetlerin ifadesidir. İstibdata karşı bir güvence sağlamazlar. Örnekse, serbest pazar sistemi döneminde, insan hakları düşüncesine dayalı kurumlar, hükümeti denetlemede ve barışı sağlamada yararlı bir araç olarak görülmekteydi; ama durum değişip de güçlü ekonomik gruplar bir diktatörlük kurarak çoğunluk yönetimine son vermeye kalkıştıklarında, bu eyleme karşı ileri sürülebilecek, akla dayalı bir itiraz yoktur. Bu grupların bir başarı şansı gördüklerinde eyleme geçmemeleri sadece aptallık olur. Onları bu eylemden alıkoyacak tek düşünce, bir doğrunun ya da aklın çiğnenmesi kaygısı değil, kendi çıkarlarının tehlikeye atılması korkusudur”[2]. Horkheimer’ın yukarıdaki gözlemlerini ülkemize uyarladığımızda, Türkiye’nin uzunca bir süredir içinde bulunduğu durumu “akıl tutulması” olarak kavramsallaştırmak mümkün görünmektedir. TÜRKİYE’DE ARAÇ-AMAÇ KARGAŞASI Bu noktada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iki konuşmasını hatırlatmak yararlı olacaktır. İlki 14 Temmuz 1996’da daha İstanbul Büyükşehir Belediye başkanı iken Milliyet Gazetesi’nden Nilgün Cerrahoğlu’nun yaptığı söyleşide geçen “demokrasi bir tramvaydır, gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz”[3] sözleri, ikincisi 2011 yılı Mart ayında İzmir’de ESİAD tarafından düzenlenen toplantıdaki konuşmasında tekrarladığı “demokrasi bir amaç değildir, demokrasi bir araçtır. Bunu böyle bileceğiz. Tüm yönetim şekilleri, buna din de dahil hepsi tek amaca hizmet ederler o da insanın saadeti, refahı ve mutluluğudur”[4] sözleridir. Bu iki konuşmadan sonra bugün içinde bulunduğumuz duruma bakıldığında, demokratik Türkiye hayalinin insanların sözde çıkarlarına bağımlı hale getirildiğini söylemek zor olmayacaktır. Yoksulluğu ortadan kaldıracak sosyal devlet politikaları yerine nereden, nasıl, kimlere, hangi kriterlere göre verildiği iktidar tarafından belirlenen “sosyal yardım” bağımlısı bireyler, haneler mevcut siyasal iktidar tarafından potansiyel oy deposu olarak görülmektedir. Bu süreçte araçsallaşan sadece demokrasi değildir, bizatihi insanların aklı ve toplumun kendisidir. İnsan haklarına dayalı kurumların zayıflığı ve başkanlık kararnameleriyle gücünün sınırlarını hayal etmekte zorlandığımız yürütme üzerindeki denetimin hangi kurum(lar) tarafından gerçekleştirileceğine dair belirsizliklerle kendini tanımlayan endişeli modernler hiç de haksız değiller. Cumhurbaşkanı’nın tramvaya benzettiği ve bir araç olarak gördüğü demokrasi aslında, halkın kendisinin nasıl daha iyi yönetileceğine dair inandığı idealdir. İçinde bulunduğumuz bu halden açık tek çıkış yolu eleştiri, deşifre ve yeniden çözümlemedir. SEMBOLİK İKTİDAR VE MUHALEFETİN GÖREVİ Siyasal iktidarın gerçekliği kurma, yeniden üretme ve yapılandırma gücünü Pierre Bourdieu “sembolik iktidar” olarak isimlendirir. Sembolik iktidar ise iktidarın kurulum alanı olarak dil’e işaret eder. İktidarın tahakküm etkilerinin, dil pazarının nesnel güç ilişkilerinin bütün dilsel konumlanışlarda uygulandığını ve iktidar tarafından uygulanan simgesel şiddetin tahakkümün yeni formlarından biri olarak edebi şiddet üzerinden tezahür ettiğini [5] söyler. Mevcut siyasal iktidarın “dil pazarı”ndaki yeteneği ve mevcut gerçekliği yeniden kurma, üretme kapasitesi tahakkümünü arttıran önemli simgesel şiddet araçlarından biridir. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz krizin görünmeyen, ama muhtemelen en önemli boyutu olan akıl tutulması hali deşifre edilebilirse, krizin ve sembolik şiddetin yükü altındaki toplumsal gruplara ulaşmanın bir yolu bulunabilir. Burada muhalefete düşen en önemli görev, iktidarın sembolik şiddeti kuran tahakkümcü dilinin çözümlemesi üzerinden akıl tutulmasının toplumu getirdiği noktadan, ortak uzlaşmaya dayalı çıkış yollarını çoğaltmak ve demokratik çıkışa dair gerçekliği yeniden kurma, üretme ve yapılandırma gücünü eline almaktır. --- [1] Max Horkheimer, Akıl Tutulması, Çev. Orhan Koçak, Metis Yayınları, 4.Baskı, İstanbul, 1998. [2] A.g.e., s.72-73. [3] Ruşen Çakır, “Erdoğan: Demokrasi Tramvayında İhtiraslı Bir Yolcu”, Gazetevatan, 6 Kasım 2012. [4] Hürriyet, 6 Mart 2011 [5] Pierre Bourdieu, Toplumbilim Sorunları, Çev.Işık Ergüden, Kesit Yayıncılık, İstanbul, 1996 ve Pierre Bourdieu, Devlet Üzerine: College De France Dersleri (1989-1992), Çev.Aslı Sümer, İletişim Yayınları, İstanbul, 2015.