Yalnızca sektörün profesyonelleriyle sınırlı olmayıp bütün yurttaşların düşünce, ifade ve basın özgürlüğünü doğrudan ilgilendiren bir yasa görüşülürken Kılıçdaroğlu’nun ABD programına katılması, nasıl bir stratejik dehadır, anlamış değilim. Nazım Hikmet, bir şiirinde şöyle sesleniyor. “Kardeşim sonu tatlıya bağlanan kitaplar yollayın bana uçak sağ salim inebilsin meydana doktor gülerek çıksın ameliyattan kör çocuğun açılsın gözleri…” Kim istemez ama olmuyor. Bütün bir ülke Cumhurbaşkanlığı seçimine odaklanmışken, iktidar olası bir seçimde, elini rahatlatmak için adına “Dezenformasyon Yasası” dedikleri yeni bir düzenleme yaptı ve yasa resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe girdi. Yasalaşmadan önce medya mensuplarının, “Sansür Yasası” diyerek hançerelerini yırtması, işe yaramadı. Muhalefet ise “iktidara geldiğimizde çözeriz” rahatlığı içinde davrandı. Görünen o ki iktidar, hegemonik söylemini tahkim etmek için her yolu deniyor. Bu nedenledir ki kendisine yönelik her eleştiriyi, “manipülasyon sepeti”ne atıp, çıkan farklı sesleri kısmak için gözünü karartmış bulunuyor. Şaşırtıcı mı? Değil ama muhalefetin “dostlar alışverişte görsün” yaklaşımı şaşırtıcı geliyor. HAKİKİ BİR RAHATSIZLIK HİSSİ Bin bir meşakkatle ve sözcüğün tam anlamıyla damlata damlata biriktirdiğimiz ifade ve basın özgürlüğü tarihimizin bütünlüklü fotoğrafının üzerine koskoca bir ‘leke’ düşmüşken, muhalefetin bu yaklaşımından “hakiki bir rahatsızlık hissi” duyuyorum. Bu lekenin temizlenmesi, elbette Türkiye’nin geleceğine ilişkin kaygı duyanların sorumluluk alanına giriyor. Tarihimize baktığımızda, benzer girişimlerin olduğunu; dönemin sorumluluk sahiplerinin, tıpkı İsmet İnönü’nün yaptığı gibi tarihi sorumluluklarını yerine getirmekten kaçınmadıklarını görüyoruz. İnönü, 1956’da benzer bir yasa teklifi Meclise getirildiğinde, “bunlar basında ve toplantılarda, milletin dertlerini ve iktidarın hatalarını söylemeyi imkânsız kılmak isteyen vesikalardır” diyerek tarihe not düşmüştü. Çok mu önemli? Yasaları parlamentolar yapar ve parlamentolar kaldırır; bu açıdan “büyütülecek bir şey yok” denebilir ama tarihe not düşmek ve “zihinleri fethedilmiş” koskoca bir toplumu sarsmak, elbette çok önemli! Bu açıdan bakıldığında, üstelik yalnızca sektörün profesyonelleriyle sınırlı olmayıp bütün yurttaşların düşünce, ifade ve basın özgürlüğünü doğrudan ilgilendiren bir yasa görüşülürken Kılıçdaroğlu’nun ABD programına katılması, nasıl bir stratejik dehadır, anlamış değilim. Öyle ya da böyle artık iktidar tarafından, “dezenformasyon”; medya mensuplarınca da “sansür” biçiminde özetlenen ve “Damoklesin kılıcı” işlevini görecek bir yasamız var. Anlaşılan o ki CHP Genel Merkezi de düşünce ve ifade özgürlüğünün temel argümanlarından biri olan basın özgürlüğünün bir cendereye sıkıştırılacağı açıkça belli olan böyle bir yasanın görüşülmesini ve temel hak ve özgürlüklerin alanının sınırlanmasını, ortalama yurttaş gibi kanıksamış görünüyor. Öyle olmasa iktidar potansiyeli yüksek olan CHP’nin, Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, bazı “entelektüel faaliyetlerde bulunmak” dışında hiçbir olumlu etkisi olmayan ABD’ye gidişi ertelenirdi. MIZRAK ÇUVALA SIĞAR MI? Öyle ya da böyle artık iktidar tarafından, “dezenformasyon”; medya mensuplarınca da “sansür” biçiminde özetlenen ve “Damoklesin kılıcı” işlevini görecek bir yasamız var. Görünen o ki bundan böyle “ikinci bir adım”a kadar bu “yasa”nın el verdiği ölçüde gerçeğe ulaşabileceğiz yahut gerçeğe ulaşabilmek için pek çok bedel ödeyeceğiz. Biliyorum; “mızrak çuvala sığmaz” ama ne yazık ki yorum ve analizlerimizi bu “yasa”nın sınırları içine sığdırmak için “bin dereden su getireceğiz”. Muhalif TV kanalları, belgeselliği tartışmalı içerikleri yayınlamak yerine ekranlarına kilit vurmaktan başka seçenekleri olmayacak. Yazılı basın ve internet medyası, herhangi basit bir gerçeği dahi haber haline getirirken yahut analiz ederken sözcüklere yeni içerikler kazandırmak, yeni anlamlar yüklemek zorunda kalacaklar. Zira gücü elinde tutan kurum yetkilisi, çoğu zaman, “kraldan çok kralcı” olacak ve her haberi, her yorumu yahut analizi, acı bir rastlantı oldu ama örneğin Amasra’daki maden faciası hakkında yazılan haber ve yapılan yorumlar gibi, rahatlıkla, “dezenformasyon” kategorisinde değerlendirebilecek. “Bu kadarı fazla değil mi?” denilebilir. Yasanın, “Sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır” maddesine bakılırsa az bile… Nasıl mı? İktidar, Amasra’daki maden faciasına, “kaza” ve bu “kazaya kurban gidenler” için de dini bir çağrışım yapacak şekilde “kader” diyor. Ne demek kader? KAÇINILMASI OLANAKSIZ KÖTÜ TALİHTEN KURTULMAK… “Kaçınılması olanaksız kötü talih” demek. Bunun bir de dini literatürdeki karşılığı var; “ezelden başlayıp ebede kadar olan ve olacak şeylerin zamanının, yerinin ve nasıl olacağının yaradanca bilinmesi…” demek. Eldeki bilgilere bakarak, Amasra faciasının, “kaza” olmadığını; yaşamını yitiren madencilerin, “kaderlerine kurban” gitmediklerine ve henüz açığa çıkartılmamış olsa da ihmaller zinciri olduğuna işaret ettiğiniz an gerçekleşeni konuşamıyor; gerçekleşme biçimini dile getirdiğiniz için rahatlıkla “yanıltıcı ifadeler” kullanma suçlamasıyla karşı karşıya kalabiliyorsunuz. Nereden biliyoruz bunları? Yakınlarını yitirenlerin, bir süredir, maden ocağında, gaz kokusunun arttığının konuşulduğunu; yetkililerin ise “bize kömür lazım, sizin keyfiniz değil” dediklerini anlattıklarından… Hegemonik söylemin “kaza” belirlemesine karşılık herkes gibi toplumsal vicdanın “ihmal” söyleminde ısrar ederseniz, rahatlıkla “dezenformasyon” statüsüne sokulabilirsiniz. Anlıyoruz ki Amasra’da yitirdiğimiz 41 canımızın müsebbibi alelade bir “kaza”nın ötesine taşıyor ve esas olarak ihmaller zincirine ulaşıyor. Bununla birlikte hegemonik söylemin “kaza” belirlemesine karşılık herkes gibi toplumsal vicdanın “ihmal” söyleminde ısrar ederseniz, rahatlıkla “dezenformasyon” statüsüne sokulabilirsiniz. Siz, kömür ocakları tarihine bakıp, bu tarz “kazalar”ın dünyanın başka coğrafyalarında neredeyse hiç kalmadığını ama Türkiye’de hiç azalmadığını söylediğiniz an başınıza bela almış oluyorsunuz. Çok mu karamsar bir tablo çizdim? Gene de “kaçınılması mümkün olmayan kötü talih”ten kaçınabileceğimizi biliyorum. Ben umutlu bir insanım; gönlüm el vermez karamsarlığa. Bu nedenle yeniden başa dönelim. “… birbirine kavuşsun yavuklular düğün dernek yapılsın hem de susuzluk da suya kavuşsun, ekmek de hürriyete… kardeşim, sonu tatlıya bağlanan kitaplar yollayın bana. onların dedikleri çıkacak, eninde de sonunda da…