Devlet girişimciliğinin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan ve belirli bir refah düzeyine ulaşan bürokratik-orta sınıf, zamanla sivil orta sınıfla mücadeleye girmiştir. Belki de bugünkü Kemalizm eleştirileri, o mücadelenin bugünlere yansımasıdır. Son zamanlarda Kemalizm tartışmaları tekrar alevlendi. Yaşım elverdiği için en azından 1980’lerdeki tartışmaları hatırlayabiliyorum. Bugün olduğu gibi o gün de tartışmalar, çoğunlukla sosyal bilimcilerin, ağırlıklı olarak da siyaset bilimcilerin ve hukukçuların görüşleri etrafında şekillenmekteydi. Nedense Kemalizm’in iktisadi boyutu ve Kemalizm’in siyasi açılımlarının iktisadi yapı ve kısıtlarla olan ilişkisi, bugün olduğu gibi o zaman da ihmal edilmekteydi.  Hukuk ve siyasetin bir üst yapı kurumu olduğu ve iktisadi ilişkilerin üzerinde şekillendiği düşünüldüğünde, bu değerlendirmelerin eksik kalması ve tarafları yanlış yönlendirmesi muhtemeldir.  Bu bakımdan Kemalizm’in iktisadi temellerini konu edinecek bir tartışmanın başlatılması son derece yerinde olacaktır. Bugün Kemalizm’e atfedilen siyasi sorunların, Türkiye ekonomisindeki üretim ilişkilerinin bize özgü karakterinden ve bu üretim ilişkilerinin sonucu olan sınıfsal dinamiklerin niteliğinden bağımsız olarak düşünülmesi mümkün değildir. Özellikle II. Dünya Savaşı öncesi dönemdeki kalkınma pratiği ve yol açtığı sınıfsal yapıların bize özgü niteliği siyasetimizdeki gelişmelere uzun süre damgasını vurmuş ve bugünkü tartışmalara vesile olmuştur. O dönemdeki kalkınma dinamiklerinin oluşturduğu sınıfsal yapılanmanın ve bu yapıların siyasi gelişmeler karşısında gösterdikleri direnişlerin Türkiye siyasetinde oluşturduğu etkilerin çok daha iyi incelenmesi gerekmektedir. Bir iki yazıyla bu konudaki görüşlerimi bu köşede kamuoyu ile paylaşacağım. GEÇMİŞİ SİYASETİN DEĞİL, BİLİMİN PARÇASI YAPMALIYIZ Kemalizm tartışmalarına iktisadi bir perspektif getirmeyi amaçlayan yazıma başlamadan önce, ülkemizdeki kamuoyumuz hakkında birtakım gözlemlerimi belirtmekte yarar görmekteyim.  Zira Kemalizm konusundaki tartışmaların yapılış şekli ve kapsamının yapacağımız bu gözlemler ile ilişkili olduğunu düşünmekteyim. Belki geçmişte olmuş bitmiş ve gerçekleşmiş olayların sonuçlarına bakıp yorumlamanın kolaylığı, belki de geleceğin kontrol edilemez belirsizliğinin yarattığı söylem üretme güçlüğü ve zahmeti, ülkemizdeki kamuoyunu büyük ölçüde gelecek yerine, geçmişle uğraşmaya yöneltmiştir. Bu toplumumuza, geçmişte olduğu kadar, bugün de hâkim olan bir özelliktir. Nedense, ülkemizde siyasetin sağında ve solunda yer alan kesimlerin önemli bölümü, söylem ve eylemlerinde geçmişi referans almayı ve geçmişle hesaplaşma içine girmeyi kendilerine amaç edinirler.  Bu söylem ve eylemlerde gelecek ve geleceğe yönelik kamuoyuna umut olacak pek bir şey yoktur. Özellikle sürekli geçmişle hesaplaşma içinde olanlar, toplumu geçmişin kısır, olmuş bitmiş tartışmalarına hapsetmekte ve oluşturdukları siyasi engellerle toplumun ortak bir gelecek inşa edebilmesini güçleştirmektedirler.  Dahası, zaman içinde yeni kuşaklara, bu hesaplaşmanın gerekçelerini anlatabilmeleri, onları bu tartışmaların ve hesaplaşmanın parçası yapabilmeleri giderek zorlaşmaktadır.  Böylece bu tartışmanın tarafları söylem ve eylemleriyle, nüfusun genç olan fertlerine yabancılaşmaktadırlar.  Gençler nezdinde bu söylemler anlamlarını yitirmektedir. Artık ülkemize ait ortak geçmişimiz değerlendirilirken, hınçla değil, akılla yaklaşılmalı; geçmişe yönelik olayların değerlendirmelerinden elde edilen sonuçları siyasetin değil, ama bilimin parçası yapılmalı. Bu, ortak geleceğimizin inşası açısından önemlidir. Sürekli geçmişle hesaplaşma refleksi gösteren bir toplumsal zihniyetten kurtulmak, geleceğe yönelik söylem ve politikaları oluşturmanın önkoşulu olacaktır. Bugün ülkemizdeki muhalefetin de iktidarın hatalarına yeterli tepkiyi gösterememesi ve muhalefet yapma şekli itibariyle eleştiriye maruz kalmaktadır. Bunun nedeni, iktidarın geçmişten hesap sormayı siyasi bir taktik olarak sürekli gündemde tutması, muhalefetin ise buna karşılık bir savunma durumunu benimser görünmesidir. En basitinden bu bile, muhalefetin geleceğe yönelik söylem geliştirmesini ve muhalif kesimlerin arzuladığı tarzda bir muhalefet yapabilmesini engellemektedir. Ülkemizdeki siyasetin bir kesiminde gittikçe kronik bir hal alan geçmişe karşıtlıktan ve geçmişe duyulan hınçtan kurtulmanın, salt siyasi ve hukuki tartışmalardan haklı çıkmakla gerçekleşmeyeceği çok açıktır. Kanımca toplumsal bilincin bu şekilde “deformasyonunu” gidermek, hukuk, siyaset ve/veya iktisat bilimi dışında başka bilim dallarından da belli ölçüde destek almayı zorunlu kılmaktadır. CUMHURİYET İÇİN KALKINMA, REFAH ARTIŞINDAN İBARET DEĞİLDİ Kurtuluş Savaşı sonrasındaki siyasi ve iktisadi gelişmeleri yeni bir toplum inşası olarak görmek ve değerlendirmek mümkündür. Ancak bir iktisatçı olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nda başlamış kalkınma çabalarının bu dönemde çok daha yoğunlaştığını ve başarılı olduğunu vurgulamam gerekir.  Özellikle ayrı bir bilim dalı olarak Kalkınma İktisadı’nın II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıktığı düşünülürse, çağdaş ülkeleri yakalamayı amaçlayan bir siyasi anlayışın zamanının ötesinde, topyekûn bir kalkınma gayreti içine girmesi takdire şayan bir durumdur. Bu, çağdaşlaşmayı sadece ekonomik olarak büyüme ve refah artışı olarak görmeyen, refah artışlarını sağlamanın ön koşulunun toplumsal yapı ve kurumlarda değişiklikler yapmayı gerekli kıldığını idrak etmiş bir anlayıştır. O gün bir bilim dalının yönlendiriciliğinden mahrum olarak yapılan uygulamaların birçoğu, bugün kalkınma iktisadının temel önermeleri arasında yer almaktadır. Bu, kuruluş dönemindeki hâkim iradenin ilerici özelliğinin bir göstergesidir. Bugün kalkınma iktisadı konusunda sahip olduğumuz bilgi birikimi, Türkiye’nin 1923 sonrasındaki uygulamalarının ülkenin kalkınması için gerekli ekonomik, sosyal ve kültürel gerekli tüm hususları kapsadığına işaret etmektedir.  Örneğin Kurtuluş Savaşı’nın hedeflediği sınırları oluşturan Misak-ı Milli salt siyasi sınırları değil, aynı zamanda kurtuluş sonrası oluşturulacak “milli iktisat” uygulamalarının yapılacağı sınıra da karşılık gelmektedir. Bu sınırlar, daha sonraki ekonomik politikaları başarılı bir şekilde uygulayabilmek için zaruri olan “milli bir pazarın” sınırlarını tanımlamaktadır aynı zamanda. Milli sınırların ve pazarın oluşturulması Kemalist iktisat politikalarının, Osmanlı İmparatorluğu döneminde başlayan yenileşme hareketlerinden ayrıştığı en önemli noktadır.  Bugün Osmanlı özleminde olanların, başarılı bir iktisadi kalkınma için milli bir pazarın önemini idrak etmeleri ve Kemalizm’in bu konudaki başarısını kabul etmeleri gerekmektedir. Bir iktisatçı gözüyle milli pazarın oluşturulabilmesinin, Cumhuriyet’in en önemli başarılarından biri olduğunu ifade etmek, sanırım çok abartı olmayacaktır. KEMALİZM BİR “SERMAYE BİRİKİM MODELİ” ORTAYA KOYDU Kanımca Kemalizm’in ikinci çok önemli başarısı, yine Osmanlı İmparatorluğu döneminde İttihat ve Terakki’nin tüm çabalarına rağmen başarılamayan tutarlı bir “sermaye birikim modelini” ortaya koyabilmesi ve uygulamasıdır. Bu konunun önemi, 18. yüzyıl sonlarına kadar Osmanlı İmparatorluğu’nda böyle bir sermaye birikim modeline ihtiyaç duyulmaması, duyulsa bile bunun için gerekli toplumsal, siyasi ve ekonomik dönüşümün sağlanamamasından ileri gelmektedir.  Osmanlı ekonomisi daha çok tarım temelli, tüketime yönelik bir ekonomi olup, üretimdeki artığın birikimine olanak sağlayacak kurumsal yapıya sahip değildir. Her şeyden önce, Osmanlı İmparatorluğu’nun sahip olduğu topraklar üzerinde milli bir pazar oluşturmak mümkün değildir. Ardından, imparatorluğun kurumsal yapısı ve yönetim şekli de herhangi bir birikim modelinin uygulanmasına elverişli koşullara sahip değildir. Çok uzun yıllar mülkiyet hakkının olmaması, üretim sonucunda oluşan artığa büyük ölçüde devlet tarafından el konulması ve daha sonra imparatorluğun cari harcamaları ile askeri harcamalarının finansmanında kullanılması, kısaca o günkü ekonomik modelin ana özelliğini oluşturmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nda bireysel hakların güvence altına alınmasına olanak sağlayan anayasal düzene geçilmesi, iktisadi kalkınma bakımından yapılan önemli hamlelerin başında gelmektedir. Zira kalkınmanın olmazsa olmaz koşullarından biri olan sermaye birikim modeli, ancak kurumsal yapıda bireysel mülkiyete ve birikime izin verilmesi ile mümkün olmaktadır. Bir iktisatçı gözüyle Osmanlı İmparatorluğu’ndaki anayasal düzene geçme çabalarını, ülkenin iktisadi kalkınması yönünde atılmış ciddi adımlar olarak görmek mümkündür. Fakat imparatorlukta, anayasal düzenin toplum nezdinde yaygın bir şekilde kabul görmesi ve güvence altına alınabilmesi için gerekli üretim ilişkileri mevcut değildir.  Üretim ilişkileriyle bağı zayıf olarak gerçekleştirilen hukuki ve siyasi reformların, toplumla bağları da doğal olarak zayıf kalmıştır. Günümüz kalkınma iktisadında, kurumların kalkınma sürecinde oynadığı rol kabul edilmekte ve ısrarla gelişmekte olan ülkeler için bunun önemi vurgulanmaktadır.  Ancak bu yapılırken, önerilen kurumların neler olduğu ve bu kurumların işleyiş şeklinin nasıl olması gerektiği yeterince dikkate alınmadığı için, ülkenin sahip olduğu üretim ilişkilerinden bağımsız birtakım kurumların önerilmesi mümkün olmaktadır. Bazı piyasa kurumlarının zamansız oluşturulması, bu önerilen kurumlara örnek olarak gösterilebilir. Bu önerilerde eksik olan özellik, inşa edilen yeni kurumlara işlerlik kazandıracak üretim ilişkilerine ülke ekonomisinin sahip olup olmadığıdır.  Dolayısıyla kurumların kalkınma için önemini inkâr etmeden ve ülkede hâkim olan üretim ilişkileri ile uyumunu gözetecek bir şekilde oluşturulması, bu kurumların özgün bir karaktere bürünmesine yol açacak ve kalkınma sürecinde de ülke ekonomisine olumlu katkılar sağlayacaktır. “DEVLETÇİLİK” SERMAYE BİRİKİMİNE ÖN AYAK OLMAK DEMEKTİ Eğer Kemalizm’in bir tanımını yapmak ve temel unsurlarını ortaya koymak gerekiyorsa, sermaye birikim modeline sahiplik bunlar arasında en önemli yeri alması gerekir. Bu sermaye birikim modeli, ülkenin o günlerinde devlet girişimciliğini öne çıkartan ve salt ticareti değil, sanayileşmeyi kendisine esas alan bir modeldi. Kurucu kadroların devletçilik olarak nitelediği bu birikim modeli, sermaye büyüklüğü bakımından özel sektörün riskli gördüğü alanlarda, devlet işletmeciliği yapmak ve devlet eliyle sermaye birikim sürecine ön ayak olmak olarak tanımlanmaktadır. Elbette özel sektörü bu iş kollarından dışlamanın yegâne sebebi sermaye yeterliliği meselesi değildi. Bu faaliyet alanlarındaki yatırımların çoğu özel kesimi tekelci bir konuma getireceği için, ortaya çıkacak “tekelci kârlar” özel kesimin sermaye birikimine ivme kazandırıp, güçlenmesine yol açabilecekti. Bu itibarla devletçiliğin, bu tekelci kârların özel kesime gitmesinin önünü kesmeyi amaçladığı da düşünülebilir.  Aslında II. Dünya Savaşı sonrasına kadar ülkemizdeki sanayileşme devlet eliyle sürdürülmüş ve bu yolla üretilen malların yarattığı tekelci kârlar da o yıllardaki sermaye birikiminin en önemli kaynağını oluşturmuştur. Ayrıca bu süreçte, özellikle tespit edilen yüksek ürün fiyatları hanehalklarının harcamalarını arttırarak oluşan artığa devlet tarafından el konulmasına olanak sağlamıştır. Böylece sermaye piyasası gelişmemiş bir ülkede tasarruflara haraketlilik kazandırılmış, sermaye birikimine yönlendirilmiştir. Bunlar, gelişmekte olan bir ülke ekonomisinde gerçekleştirilen küçümsenmeyecek kadar önemli fonksiyonlardır. İhtiyaç duyulan tasarrufların mobilize edilmesi ya doğrudan sermaye piyasalarıyla ya da Türkiye’de olduğu gibi sermaye piyasası benzeri mekanizmalarla sağlanacaktır.  Bu şekilde devlet, biriktirdiği sermayeyi ülkede arz açığı çekilen başka alanlardaki yatırımlarının finansmanına kolayca yönlendirebilmiştir. Böyle bir modelin özel kesim eliyle sürdürülebilmesi mümkün değildir. Çünkü çoğu tekel oluşturmaya müsait bu girişimlerden elde edilecek aşırı sermaye birikiminin, daha sonra arz açığı görülen alanlarda özel kesim tarafından yapılacak yatırımlara dönmesini sağlamak son derecede zordur.  Bu sebeple ülkemizde “devletçilik” olarak bilinen uygulamaların bir nedeni de sermaye birikim modelinin sağladığı kolaylıklar ve karların özel kesim tarafından kullanımına izin verilmek istenmesi olarak düşünülebilir. FAKAT “DEVLETİN SAHİBİ” OLANLAR, ZAMANLA ÖZEL SEKTÖRÜ ENGELLEMEYE ÇALIŞTILAR Kuruluş dönemindeki sermaye birikim sürecinden özel kesimin dışlanmasının başka bir nedeni daha var. O neden de özel kesim eliyle sanayileşmenin o dönemde yaratacağı sınıfsal dinamiklerin cumhuriyetin kurucu kadroları nezdinde kabul görmemesidir. Devlet eliyle sanayiye dayalı bir sermaye birikim modeli ve beraberinde ortaya çıkan üretim ilişkileri belli sınıfsal dinamikleri devreye sokmuştur. Bu, “sınıfsal ilişkilerin” kamu kesimi üzerinden düzenlenip, oluşturulmasına imkân sağlamış; “özelleştirilmesine” olanak vermemiştir. Devletçi sermaye birikimi, bürokrat işletmeciler ile devlete çalışan, memur niteliğine sahip işçi sınıfının oluşumuyla sonuçlanmıştır. Özellikle kamu hizmeti üreten bürokrasinin bir parçası olan, bu bürokrat girişimci, yönetici ve işçi sınıflarının değerler sistemi ve sınıfsal bilinçleri özel sektördekilerden farklıdır. Kendi değerler sistemine göre, devlet ve toplumun çıkarlarını öne çıkartan bir bürokrasinin, devlet namına, kendisini sermayenin sahibi gibi düşünmesi, bu değerler sisteminin en önemli parçasıdır. Ayrıca kamu girişimlerinde emek ve sermaye arasında muhtemel çatışmalar, kamusal işletme amaçlarının kişisel kârı amaçlayan özel sektör amaçlarından farklı olması nedeniyle önlenebilmektedir. Bu haliyle emek ve sermaye arasındaki mücadelenin de özel sektörün söz sahibi olduğu kapitalist bir sistemde olduğu gibi, keskin hatlarla tanımlanmış bir mücadele şeklinde oluşmasının önüne geçilmiştir. O günlerin iktisadi pragmatizminin bir sonucu olan sermaye birikim modelinin oluşturduğu bu bürokrat girişimci ve işletmeci kesimler, izleyen yıllarda devletin ekonomideki ağırlığı arttıkça, daha fazla söz sahibi olmaya başlamışlar, Türkiye ekonomisine yön veren bir nitelik kazanmışlardır. Bu kesimin sınıfsal dinamiği, bir noktadan sonra kendi ekonomik kazançlarını devletinkilerle örtüştürerek, özel kesim üzerinde üstünlük kurmaya çalışmalarının bir aracı olmuştur.  Dahası bazen kamu gücünü de kullanarak, özel kesimin ağırlıklı olarak ticaretten elde ettiği sermayesinin sanayi sermayesine dönüşümünü engelleyici bir tavır ortaya koymuşlardır.  Bu karşıtlık zaman zaman devlete sahip çıkma anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Devlet girişimciliğinin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan bir bürokratik-orta sınıf, ilerleyen yıllarda özel kesim üzerinden gelişen sivil nitelikli orta sınıf ile mücadele içine girmiştir. Aslında bu sahiplik, bürokratik girişimci sınıfın kendi menfaatleri doğrultusunda devleti yönlendirme gayretlerinin ve özel kesim üzerinde hâkimiyet kurma çabasının bir aracı olarak düşünülebilmesi mümkündür. Böyle bir sürecin, o günkü ekonomik dengeler üzerinden siyasette ciddi şekilde belirleyici olacağı düşünülmelidir. Bu sebepten dolayı, devlet eliyle uygulanan bu birikim modelinin beraberinde ülkenin geleceğini de belirleyen bir sınıfsal dinamiğe dönüşmesi kaçınılmazdır. Belki de bugün Kemalizm’e yönelik yapılan eleştirilerin öznesi, o günlerde ortaya çıkan ve devletçilikle belli bir refah düzeyine ulaşmış olan bürokratik orta sınıfın, özel sektör üzerinden elde ettiği gelirlerle oluşan, göreli olarak daha sivil orta sınıfla girdiği mücadelenin bugünlere yansımasıdır. Bugün ülkemizdeki sivilleşmeyi bu bağlamda ele alıp, ekonominin işleyişinin bürokratik orta sınıfın etkisinden kurtulması olarak da düşünmekte yarar var.