Avusturya’da eğitimine devam eden Can Arslan, Kemal Kılıçdaroğlu’na hitaben bir mektup yazdı. Arslan mektubunu; “Türkiye Cumhuriyeti’nin genç bir ferdi olarak size güveniyorum. İnanıyorum ki; hasretini çektiğimiz huzurlu, müreffeh ve üretken Türkiye'nin inşasının başlangıcı, artık 1 aydan daha yakın” diyerek bitirdi. Sayın Kemal Kılıçdaroğlu, Sizi en içten hislerimle selamlarım. Ben şu sıralar Avrupa'da okumakta olan bir gencim. Bu mektubu, 20 senelik acı bir tecrübenin sonuna yaklaştığımız bu günlerde 20 yaşındaki bir gençten istikbâle dair birtakım düşünceleri okumak isteyeceğinizi varsayarak yazıyorum. Fakat ilk önce maziye bir pencere açıp mektup ekseninde bir süje-obje haritası çizmek mecburiyetindeyim. Adınızı ilk defa 2008 veyahut 2009 yılında duymuş olmalıyım. Hatta 2009'da yerel seçim akşamında seçimi televizyondan takip ettiğimizi net bir şekilde hatırlarım. Ben birinci sınıftayken CHP'nin başına geçtiniz. Annem büyük bir hayranınızdı. Hâlen de öyledir. Okuldan geldiğim saatte bana bu haberi verdiğini ve pek bir şey bilmesem dahi sevindiğimi hatırlarım. Bir sonraki hâtıram ise yaklaşık bir sene sonrasından. 22 Ağustos 2010 olmalı. 12 Eylül Referandumu öncesi yaptığınız Çağlayan mitinginde ben de vardım. O günlerde dahi popülizm ve toplumu kutuplaştırmak hilesinden ne denli kaçındığınızı hatırlayabiliyorum. Aradan; Gezi, yolsuzluklar, başarısız bir darbe girişimi, daha sert yıllar, rejim değişikliği, uluslararası skandallar, her merhalesini adım adım yaşadığımız bir ekonomik kriz ve birçok şey geçti. Bu arada ben artık çocuk olmaktan çıktım. Birçok insanın, "en güzel senelerim" dediği ve algısal olarak ömrün önemli bir kısmını ihtiva eden hayatın ilk 20 senesini bu ceberut iktidarın inhisarı altında geçirdim. Bundan yakınıyor değilim. Hayatın deterministik bir şekilde işlediğine inanıyorum. Eğer bu yolu yürümeseydim yorulduğumun farkında varıp dinlenmek istemeyecektim. Bu basit örnek, zihnî inkişafımızın olumlu veyahut olumsuz her tecrübemizden mürekkep olduğunu gösterir. Türkiye'nin bu acı süreci yaşamasını, bünyeyi çok zayıf düşürmüş fakat öldürmemiş bir aşıya benzetiyorum. Bu sürecin faturası çok ağır olacak olsa da bazı yolların, bir daha geçilmemek üzere aşıldığıma inanıyorum. Sizi artık Türkiye Cumhuriyeti’nin 13. cumhurbaşkanı olarak görüyorum. Buna binaen yakın gelecekte kaptanlığını yapacağınız gemimizin rotası hakkında naçizane fikrimi ifade etmeme izin veriniz. 2002'de Tayyip Erdoğan, zaman ve mekânın şartlarına uyum sağlayarak iktidar oldu. Zaten çoğu zaman herhangi bir iktidar, zaman ve mekândan azade hareket ederek galebe çalamaz. Kamuoyu desteği ve güncel olmak, bir iktidar için en mühim şey olabilir. Ayrıca bu, eğer takiye değilse etik açıdan da meşru bir zemindedir. Güncel olmayan ve gündelik meselelere çözüm üretemeyen hiçbir düşünce hayatta kalamaz. Fakat geldiğimiz noktada AK Parti iktidârı 20 senelik dev bir sosyolojik laboratuvar hâline gelmiş ve âdeta vakt-i merhunu geçmiş, ruhu tükenmiş, feri sönmüştür. Doğruları ve yanlışlarıyla bugünün CHP'sini, kendi açımdan Türkiye'nin ihtiyaçlarına açık ara en fazla cevap verebilecek parti olarak görüyorum. Bunun en önemli sebebi, az önce belirttiğim üzere sosyal mevzularda güncel bir tahayyülü olmasıdır. Bunu, ilmek ilmek dokuduğunuza şâhidim. Hatta 3-4 sene önce bu politikaları "şahince" eleştirdiğimi de bilirim.
Avrupa Birliği, Türkiye demokrasisi için gerçek ve güvenilir bir emniyet supabı olmasının yanı sıra iktisadi ve sosyal açıdan besleyici olacaktır.
Ancak hamasetten uzaklaşıp, hayatın içine girmek gerekiyor. Eğer hayata uyum sağlamamakta diretilirse gerçekler insanı delip geçiyor. Türkiye'nin 1718'de başlayan Batılılaşma serüveni, hâlâ üzerinde fazlaca tartışılan bir konudur. Eksikleri, fazlaları, nedeni, sonucu uzunca ele alınabilir fakat özellikle cumhuriyet tarihinde gördüğümüz üzere Türkiye bir döngü içerisinde sıkışıp kalmıştır. Dünyada alışıldığı üzere çoğu devlete hâkim statüko, sosyal düzlemde sağ değerlerle özdeşleşmiştir. Ancak güzîde ülkemizde hem toplumsal öncüllerimizden, hem de bu gerçekten hareketle ülkemizin kurucu kadrosunun devrimciliği benimsemesinden dolayı statüko, sol değerlerle özdeşleşmiş ve ülkemizde belki de bundan kaynaklı olan doğal bir tepkimenin sonucu olarak iktisadi kalkınma hamleleri, çoğunlukla sosyal düzlemde sağ iktidarlar döneminde- tüm bunlardan bahsederken İdris Küçükömer'i anmamak yanlış olur - yaşanmıştır. Bu kalkınma, galip gelmiş bir Batı paradigması olan demokrasinin tam olarak özümsenmediği ve demokratik refleksin henüz inkişaf etmediği toplumumuzda sosyal düzlemde sağ olan bu iktidarların kolayca totaliterleşmesine yol açmıştır. Bu da bizi, ilk yılları rüya gibi, son yılları ise unutulmak istenen muktedirlere aşina kılmıştır. Bunun en büyük sebebi, sosyal düzlemde sağ iktidarların Türkiye'nin ihtiyacı olan sosyal reformlara cevap verememesidir. 12 Mart'ın meşhur generali Memduh Tağmaç'ın kanımca ters bir yönden ele aldığı ancak doğru yöne dikkat çeken bir sözü vardır: "Sosyal uyanış, ekonomik gelişmeyi aştı." Kanımca husus özelinde aslında olan; 60'lı yıllar boyunca, yeni anayasanın doğurduğu yeni sosyeteye ihtiyacı olan iktisadi ve sosyal reform enjeksiyonunun yapılamamış olmasıdır. Bu, Türkiye gibi dinî açıdan reform sürecinden geçmemiş bir ülke için hiç de kolay değildir. Çünkü reformlar sürdürülürken toplumsal tabanların muhafaza etmek niyetinde olduğu objelere binaen bir nevi "karşı-reformcu" sosyal patlamalar da mümkündür. Bu yüzden kültürel bakımdan "Şarklı" sayılabilecek ülkelerde kurumsallaşmayı önceleyen mutedil ve dengeli iktidarlara ihtiyaç duyarız. Türkiye'nin genel durumuna baktığımızda ise asıl ve en mühim mesele, ifade ettiğim üzere kalkınma kalbinin iki atar damarı olan iktisadi gelişme damarı ile sosyal reform damarının bir türlü aynı anda beslenememesidir. Bunun neticesinde, totaliter idareler vaki olmakta ve kalp krizi olarak nitelendirebileceğimiz; iktisadi buhranlar, sosyal patlamalar yaşanmaktadır. Türkiye'de bu soruna yönelik bir çözüm yolu gibi görülen ve zamanında demokrasinin emniyet supabı olarak addedilmiş "Bypass ameliyatları", nam-ı diğer, askerî müdahaleler; siyasi ve iktisadi istikrarsızlığa yol açtığı gibi çözüm de üretememiştir. Hatta siyasi neticelerle arasındaki illiyet bağı gösterir ki, daha ağır kalp krizlerine dahi neden olmuştur. Bunun sebebi, Türkiye'nin bu "şipşak" ameliyatlara güvenerek eski sağlıksız yaşam biçimini muhafaza etmesi ve bu ameliyatların demokratik süreci giderek marjinalize etmesidir.
Türkiye'nin ve devlet kültürü olan birkaç Doğu ülkesinin güncel konjonktürde senelerdir Batı hayatına alternatif bir hayat yaratmak çabasını güttüğü açıktır. Özellikle son 10 yılda ülkemiz ve çevresinde hissettiğimiz bu çaba, bir hayli başarısız olmuştur diyebiliriz.
Şahsen, artık Türkiye'nin bu sağlıksız yaşam biçimini değiştirmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu da birçok sosyal reforma dayanıyor. Ancak kronik bir hastanın problemini kendi başına çözmesi nasıl zor ise Türkiye'nin de kendi başına sosyal reformlarını yapmasının o kadar sancılı olacağı kanaatindeyim. Bu sebeple Türkiye'nin hem iktisadi ve parasal hem de sosyal zaviyeden iflâhı için Avrupa Birliği'ne girişinin bir zaruret olduğunu düşünüyorum. Türkiye, her iki düzlemde de liberal bir anlayışı benimseyemeyen bir ülke değil. Lâkin, sosyal öncüllerinden ötürü benimsediği bu anlayışı devam ettirmek hususunda sıkıntı yaşadığı söylenebilir. Avrupa Birliği, Türkiye demokrasisi için gerçek ve güvenilir bir emniyet supabı olmasının yanı sıra iktisadi ve sosyal açıdan besleyici olacaktır. Türkiye'nin iflâhı için bu yola alternatif bir yol bulunmadığına kaniyim. Tabii Türkiye olarak devamlı olarak yolun zorluğunu fark edip kestirme yollar için bakınmıyor da değiliz. 18.yüzyılın başına kadar, imparatorluğumuzun müesses nizamı, Batı medeniyetine alternatif bir yol oluşturduğuna veyahut bunu oluşturabilecek potansiyele sâhip olduğunu düşünüyordu. Ancak, yaklaşık 300 sene önce tümel bir zihinsel değişiklik ile Türkiye'nin rotası, bir daha hiç değişmemek üzere Batı olmuştur. Peki yolda tökezlenmemiş veya yer yer yavaşlanmamış mıdır? Elbette hayır, hem de çokça kez. Lâkin, çok sert tenkitlere rağmen bu yoldan neredeyse hiç sapılmamıştır. Bunun sebepleri, galip paradigmaların 18. yüzyıldan itibaren çok açık bir şekilde görünür hâle gelmesi ve Türkiye müesses nizamının buna ayak uydurulmaz ise hayatta kalınamayacağının farkına varmasıdır. Fakat Türkiye halkının geçen yüzyılda maruz kaldığı işgali, imparatorluğunun dağılışını ve cumhuriyet tarihinde bunlardan hareketle gelişmiş Batı karşıtı hareketleri göz önüne aldığımızda kamuoyunda var olan Batı karşıtı reaksiyonun psikolojik tahlili de zor değildir. Batı'ya karşı yüzyıllarca tehlike arz eden ve belki de bu hasletiyle istemeden Batı'nın medeniyet seviyesini yükseltmesine sebep olmuş bir millet; Avrupalılığı bir Ukraynalı, bir Polonyalı gibi kolay benimseyemeyecektir. Her şeyden önce burada bir gurur söz konusudur. Türkiye'nin ve devlet kültürü olan birkaç Doğu ülkesinin güncel konjonktürde senelerdir Batı hayatına alternatif bir hayat yaratmak çabasını güttüğü açıktır. Özellikle son 10 yılda ülkemiz ve çevresinde hissettiğimiz bu çaba, bir hayli başarısız olmuştur diyebiliriz. Bütün bunlar, imparatorluktan ulus devlete geçişin ve sıradanlaşmanın travmalarıdır.
1930'ların sert ulus devlet dünyasında hoş görülebilecek olan üstkimlik ve altkimlik çakışmasını, bugün çözülmesi gereken bir mesele olarak görüyorum.
Bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşını Batı'ya karşı doldurmak ve aslında Batı'nın onun kötülüğünü istediğini düşündürmek dünyanın en kolay manipülasyonu olacaktır. Çünkü zemin de elverişlidir. Fakat; sosyal hayat, iktisadi vaziyet ve kültürel üretim için Türkiye, "Batı Apartmanı"'na taşınmalıdır ve onun ayrılmaz bir parçası olmalıdır. Sistematik bir Batı karşıtlığı ve dozu kaçmış bir oryantalizm eleştirisi; Doğu toplumları için gündelik ağır dertlerini, onları ezen diktatörlerini ve fakirliklerini bir süreliğine unutturan mastürbatif bir eylemdir. Türkiye, gelecek yüzyılda var olmak için bu travmayı yenmek zorundadır. Ulus devlet mefhumunun tetiklediği bir başka toplumsal mesele ise toplumsal aidiyet meselesidir. 1930'ların Türkiye’si, dönemin vakt-i merhunu içerisinde değerlendirilebilecek veyahut eleştirilebilecek birçok gerçeklik barındırır. Tıpkı sıradan bir Batı ulusu gibi politik tansiyonlarımızı düşürüp, tarihimizin her dönemi hakkında her türlü eleştiriyi yapabilmek imkânına mazhar olmak çok mühimdir. "Helâlleşme" kavramının da "tarihî hatalar ile gadre uğrayanlarla helâlleşmek" açısından da ele alınabileceğini görüyor ve aynı açıdan baktığımızı düşünüyorum. Günümüz Türkiye’sinde sesi çok çıkan azınlıkların "siyasi tabu" olarak addederek dokunulmamasını istediği, ancak sorun da yaratan bu noktalara dokunmak gerektiğine kaniyim. Misal olarak, yıllardır çözemediğimiz "üstkimlik" meselemiz gibi. Üstkimlik ve aidiyet meselesi, iktisadi düzelme damarı beslendiğinde dahi hem o damarın potansiyelini kısıtlayan hem de sosyal reform damarını susuz bırakan bir gerçekliktir. 1930'ların sert ulus devlet dünyasında hoş görülebilecek olan üstkimlik ve altkimlik çakışmasını, bugün çözülmesi gereken bir mesele olarak görüyorum. Ulus devlet mefhumuna da değinerek mektubu noktalamak niyetindeyim.
Türkiye Cumhuriyeti’nin genç bir ferdi olarak size güveniyorum. İnanıyorum ki; hasretini çektiğimiz huzurlu, müreffeh ve üretken Türkiye'nin inşasının başlangıcı, artık 1 aydan daha yakın.
Ulus devletler; imparatorlukların yıkıldığı bir çağda tabii olarak ortaya çıkmış çözümlerdir. Fakat günümüz dünyasında galip paradigmalar açık ara bellidir. Bunlardan bazıları olan serbest piyasa, fikir hürriyeti ve çoğulculuk; küreselleşmeyi zorunlu kılan etkenlerdir. Ulus devletler çağının bitmekte olduğu 21. yüzyılda "demokratik bir çok uluslu devletler çağının" kapımıza dayandığını görüyor ve bir imparatorluk vârisi olan Türkiye'nin eşiğinde olduğumuz yeni çağ için çok avantajlı bir ülke olduğunu düşünüyorum. Düşünsel ve sosyal tekelin pençesine düşmüş toplumların kaybolup gideceği bir çağda, bu kısır ve hantal devlet yapısından kurtulmak gerektiğine inanıyorum. Tüm bu meselelerin sıkı sıkıya bağlanmış olduğu "sosyal reform ve restorasyon" noktasında sizin omuzlarınızda hem çok büyük bir sorumluluk hem de çok kutlu bir görev olduğu kanaatindeyim. Bu görev, üstesinden gelmemiz gereken zorlu bir toplumsal dönüşümü işaret ediyor. İşte bu noktada, Türkiye Cumhuriyeti’nin genç bir ferdi olarak size güveniyorum. İnanıyorum ki; hasretini çektiğimiz huzurlu, müreffeh ve üretken Türkiye'nin inşasının başlangıcı, artık 1 aydan daha yakın. Saygılarımla,