Almanya ve Kanada seçimlerinin dört sonucu: Birincisi, iklim konusu ana çerçeveye girdi. İkincisi, kimlik siyasetinin yerini “temel ihtiyaçlar ve değerler” alanlarına bıraktı. Üçüncüsü, demokrasinin değeri anlaşıldı. Dördüncüsü, Batı'da güçlü liderler dönemi bitti. Yaklaşık iki haftadır Kanada’da, başkent Ottawa’dayım. Buradan hem Kanada ve Almanya seçimlerini, hem de Washington’dan, Afganistan- Suriye-Rusya odaklı yapılan Türkiye-Amerika ilişkileri tartışmalarını izledim. Türkiye-Amerika ilişkilerini başka bir yazıya bırakıyorum. G-20 toplantısını izledikten sonra bu ilişkiler üzerine görüşlerimi paylaşacağım. Kanada (erken) seçimlerini, Liberal Parti kazandı. Sosyal Demokratlar oylarını arttırdı. Yeşiller oylarını korudu. Muhafazakarlar çok az olsa da oy ve milletvekili kaybı yaşadı.  Justin Trudeau Başbakanlığında Liberal Parti azınlık hükümeti Kanada’yı yönetecek. Merkel’in ve Hristiyan Demokratların (CDU) 16 yıl süren yönetimini bitiren Almanya seçimlerini, 2002’den bugüne en ciddi oy artışını başaran Sosyal Demokrat Parti kazandı. Özellikle Yeşiller, aynı zamanda  Liberaller (FDP) oylarını arttırdılar. Almanya, Olaf Scholz Başkanlığında, siyasi tarihinde ilk defa ve muhtemelen SPD-Yeşiller-FDP’yi içeren üçlü koalisyon ile yönetilecek. Biden’ın Trump’ı yenerek Amerikan başkanlık seçimlerini kazanmasından sonra gelen Kanada ve Almanya seçimleri önemliydi.  Özellikle de seçim atmosferine girmiş Türkiye için. İki nedenle. Bu seçimler: birincisi, gerek ülke, gerek bölgesel, gerekse küresel düzlemlerde, siyasetin, siyasi rekabetin, ve yönetimin yeni parametrelerinin ve yeni söyleminin ne olacağı üzerine önemli ipuçlarını verdiler; ikincisi, son yıllarda yaşanan, bir yönüyle “güçlü lideriler dönemi” olarak, diğer yönüyle de “rekabetçi oteriterlik”, “sağ populizm”, ya da “yasal otokrasi” dönemi olarak bilinen “demokrasiden sapmak” sürecininden çıkılıp “yeniden demokratikleşme”ye geçişin mümkünlüğü üzerine aydınlatıcı gönderim noktalarını ortaya çıkarttılar. Bu seçimlerin ve sonuçlarının ne anlama geldiği ve seçimlere katılan partileri ve liderleri nasıl etkiledikleri üzerine kapsamlı çözümlemeleri yapılıyor. Bununla birlikte, genel düzlemde, dört önemli ipucunu bu seçimlerden çıkartabileceğimizi düşünüyorum. Birincisi, seçim kazanmanın anahtarının, “istihdam-iklim-sağlık-yaşamsal/ontolojik güvenlik ekseni”nde inandırıcı politikalara sahip olmak olduğu ortaya çıktı. Özellikle iki seçimde de, Amerika’yı da ekleyebiliriz, iklim, yeşil mutabakat, ve istiham-iklim ilişkisi üçgeninin sadece Yeşillerin değil, diğer merkez partilerinin de ana gündemleri ve odak noktaları olduğunu görüyoruz. Kanada’da Liberaller, Almanya’da Sosyal Demokratlar, iklimi merkezlerine alan, küresel ısınma ve işsizlik sorunlarına odaklanan, ve iklim ile istihdamı ilişkili gören söylem ve politika önerileriyle kazandılar. Muhafazakarlar ve Hristiyan Demokratlar ise, bu bağlamda, söylem ve politika düzeylerinde güven ve inandırıcılık sorunu yaşadıkları için kaybettiler. Almanya’da Yeşillerin oylarını arttırmaları, Kanada’daysa tüm yanlışlarına rağmen milletvekili sayılarını korumaları da, toplumun nabzının nereye evrildiğinin göstergesi olarak görülebilir. İkincisi, bu seçimlerde, kutuplaşma sorununa rağmen, kimlik siyasetinin yerini giderek “temel ihtiyaçlar ve değerler” alanlarına bıraktığını gözlemledik. Sağlık, gıda güvenliği, iş, küresel ısınma, iklim değişikliği, doğal afetlere karşı korunmak, barınma, v.b konular gündemin merkezindeki konular olarak ön plan çıktı. Evet, kimlik-temelli tartışmalar hala güçlüler, ama siyasetin ve tartışmanın odağı giderek temel ihtiyaçların hangi değerler üzerinden hangi siyasi partiler tarafından karşılanacağının belirlenmesine kayıyor. Üçüncüsü, toplum yönetimlerinde “güvenlik-ekonomi-demokrasi üçgeni”nden “demokrasi-ekonomi-güvenlik-iklim dörtgeni”ne geçildiğini görüyoruz. Hem iç politika, hem de dış politika yapım ve ilişkilerinde artık bu dörtgenin ana çerçeveyi oluşturduğunu söyleyebiliriz. Demokrasinin değerinin anlaşılması; ekonomiyi neoliberal piyasa ekonomisine indirgeyerek değil, aksine, işsizlik-istihdam-hayat pahalılığı-eşitsizlik sorunlarına çözüm temelinde düşünmek; iklim değişikliği ve küresel ısınma sorunlarına merkezi önem vermek; sadece devlet güvenliği odaklı olmak yerine, doğanın ve tüm canlıların güvenliğini ön plana alan yeni bir güvenlik mimarisi üzerine çalışmak: toplum yönetiminde sarkacın bu yöne doğru hareket etmeye başladığını söyleyebiliriz. Dördüncüsü, özellikle Batı toplumlarında, güçlü liderlik yerine “kapsayıcı ve güç paylaşımını tercih eden liderlik” tercihinin yapıldığını görüyoruz.  Biden, Trudeau, ve Scholz’un ortak paydası bu tip bir liderlik tarzını sergilemeleriydi.  Bu eğilimin güçlenerek devam edeceğini düşünüyorum. Yumuşak güç, kapsayıcılık, güç paylaşımı, denge ve denetleme, demokratik kurumların güçlendirilmesi, takım oyuncusu olmak v.b nitelikler liderden aranılacak nitelikler olarak ön plana çıkıyor. Bu, liderliğin ve karizmanın daha az önemli olduğu anlamına gelmiyor.  Liderlere ihtiyaç var ama liderliğin kurumların, liyakatın, demokratik normaların dışında ya da üstünde yer alması istenmiyor. Batı’da, güçlü liderler döneminin bittiğini, farklı bir liderlik anlayışının ve yönetiminin güçlendiğini görüyoruz. Peki Kanada ve Almanya seçimlerinden çıkartabileceğimiz ve yukarıda kısaca açımladığım dört ipucundan çıkarak değişim ile ilgili ne söyleyebiliriz? DÜNYADA DEMOKRASİYE DÖNÜŞ DALGASI BAŞLAMIŞ OLABİLİRİhtiyatlı iyimserlik” içinde yapabileceğimiz iki genel saptamayla bitireyim: Birincisi, bu dört noktanın bundan sonraki seçimlerde de devam edeceğini; siyasetin ve siyasal söylemin yeni terimlerini ve parametlerini oluşturmaya başladıklarını; ve bu yönde kendilerini pozisyonlandıran siyasi partilerin ve lider adayların seçim kazanma şanşlarının yüksek olduğunu önerebiliriz. İkincisi, bir dalga olarak otoriterleşmeden yeniden demokrasiye geçiş süreci başlamış olabilir. Demokrasiden sapmadan demokrasiye doğru geri dönme sürecinin başladığını bir ipucu olarak bu seçimlerden çıkartabiliriz. Şüphesiz ki, yeni bir demokrasi dalgasının başladığı saptamasını yapmak için hala çok erken. Dahası, Rusya seçimlerinin gösterdiği gibi, Çin ve Rusya gibi güçlü ve otoriter aktörler değişime karşı direnecektir. Bununla birlikte, Türkiye’nin de stratejik vizyon olarak yer alması gerektiği Batı dünyasında yeniden demokratikleşmeye doğru değişim eğilimin giderek güçlendiğini de görmeliyiz. Seçim sürecine ve atmosferine girmiş ülkemizde, özellikle muhalefet partileri için, sadece içe dönük olmak yerine, küresel ve karşılaştırmalı örneklerle de düşünmenin önemli ve faydalı olduğunu vurgulamalıyız.