Bilinç dışı kültürü bilincin medeni hallerine dönüştürebilmek için de önce neyi nasıl yaptığımıza dair bir farkındalık gerekiyor, umarım bu yazı da farkındalığa mütevazı bir katkı sunar. İYİ Parti malûm, kendisini milliyetçi demokrat ve kalkınmacı olarak tanımlamış bir parti. Bu durum partinin milliyetçiliğinin iki sıfatla birleşerek genişlemesi ve büyümesini, böylece kamusallaşmasını bilhassa hayata ve ihtiyaçlara tutunmasını ifade ediyor. Oysa parti aktörlerinin söylemleri, milliyetçiliği radikal bir ideolojiye, hayattan kopuk bir hayal âlemine hatta yaşanan olguyu kurguya indirgeyerek, vatandaşla milliyetçiliğin bağını ihtiyaçlar düzleminden ayırarak koparıyor. Böylesi bir milliyetçilik anlayışı milleti nesneleştirdiği gibi, milliyetçiliği de özne haline getiriyor. Millet aktör ve özne, milliyetçiliğin onu yükseltecek bir manivela gibi nesne/araç olması gerekirken tam tersi oluyor. Millet kurgusal bir milliyetçiliği beslemek için adeta maraba haline geliyor. Milliyetçilik politik hayatta odağına milleti alarak iki eksenden yükselir. Birincisi milleti iç ve dış tehditlere karşı korumak, ikincisi milleti hem kendi hayatında hem de uluslararası arenada ilerletmek ve yükseltmek. Bu kadar sade ve basit; kavramı eğip bükmeye ya da ezber bozacağım diye entelektüel şovlara da hiç gerek yok. Milliyetçiliğin kimi hedef aldığı, ne olduğu böylesi açıkken; bunun “nasıl” icra edileceği kimsenin işine gelmeyen, daima örselenen ve fakat çok daha önemli bir sorudur. Milleti nasıl korumak ve yükseltmek gerekiyor sorusu, aslına bakarsanız doğrudan hayatın ihtiyaçlarıyla şekillenen bağlama göre sürekli değişir. İhtiyaçlar hayatın içinde nasıl sonsuz bir limit eğrisine benzerse, milliyetçiliğin nasılı da o kadar sonsuz biçimde icra edilebilir. Bu yüzden sağlıklı bir “nasıl” milliyetçilik sorusu sabiteleri ile mutlak bir özü değil, hayatın tecrübesine emanet edilmiş bir süreci ifade eder. Bu tecrübede ihtiyaçlar neyi gerektiriyorsa milliyetçilik ona göre araçsallaşır. Eğer araçsallaşan milliyetçilik değil de milletse orada korumak ve ilerlemekten değil; ancak yıkımdan ve gerilemekten bahsedilebilir. Bu “nasıl bir milliyetçilik” sorusuna ve meseleye nereden geldik, günümüze bir o kadar uzak ve fakat hayatın her daim ensesinde olan felsefenin iki büyük ustasından: Platon ve Aristoteles. İdeolojilerin idealize mutlak bir öz mü yoksa hayatın deneyimine açık bir süreç mi olduğu Platon ve Aristoteles’i kesin hatlarla politik hayatta birbirinden ayırır. Platon idealize özü, Aristoteles ise tecrübeye dayalı süreci ifade eder. Toplumcu ideolojilerde, mesela milliyetçilik ve sosyalizmde, Popper’ın belirttiği gibi mutlak bir öze bağlanma çok daha kolaydır; bu öze göre bir ütopya tasarlanır ve herkesin, her şeyin o ütopyaya dönüştürülmesi için amansız bir cebri mücadele başlar. Bunun sonu tarihte hep hüsrandır. Hayek bu hüsranı, "Dünyayı cehenneme çevirenler onu cennet yapmak isteyenlerdir” diyerek özetler. Bu durum bir ideolojinin kurgusal bir öze bağlanması etrafında yaratılan ütopyanın ve onun tahakkümcü icrasının sosyal ve siyasal yıkımını ifade eder. Böyle ideolojilerin böylesi icralarında toplum hep ütopyanın nesnesi, onun kullanışlı bir marabasıdır. Böylesi bir milliyetçilik icrası, milleti idealize bir milliyetçiliğin kullanışlı aparatı haline getirdiği gibi hayatı da cehenneme çevirmekte görevini eksiksiz yerine getirir. Oysa milliyetçiliğin icrasını ifade eden bu “nasıl” sorusu; milliyetçiliği, Platon’a mesafeli biçimde ve Aristo’dan hareketle, hayatın deneyimine ve sürece emanet etmek, toplumsal tecrübeye güvenerek ihtiyaçlarla anbean hayatı yeniden kurabilmek, milliyetçiliği milleti yükseltecek ve ilerletecek bir enstrüman olarak görebilmemizin de önünü açar. Böylesi bir milliyetçilik bugün sorunlarımızı çözmeye doğru; milleti hukuk, refah ve demokrasi anlamında otoriterlikten korumak ve onu yeniden olgun bir demokrasi sürecinde ilerletmeye yönelik bir araç olacağı gibi; devletin tüzel ve bürokratik yapısını yeniden inşa etmeye de yardımcı olacaktır.
Demokrat bir milliyetçiliği hayata yaslamak, onu deneyime emanet etmek, süreci anbean milletin kamusal menfaati adına yeniden yaratmanın anahtarı olabilir.
Meral Akşener sanıyorum milliyetçiliğin milletin üstünde hayattan ve ihtiyaçlardan kopuk ütopik bir pozisyonda, milletin araçsallaştırılarak nesneleştirildiği maraba bir haline razı olamaz. Milliyetçiliğin parti programında yazan haliyle kalkınmacı ve demokrat karakteri de elbette milletin menfaatlerini korumak ve ilerletmek adına bir kamusal ihtiyacın neticesidir. Demokratlık bugün otoriterliğin karşısında en geniş kamusal müzakere, uzlaşma ve diyalog süreçlerini ifade ediyor.  Demokrat zihniyet temelde böylesi bir çoğulcu katılımla ancak hayatın ve dış gerçekliğin zihnimizde uğradığı manipülasyonu minimize edebileceğimizi temsil ediyor, bunu büyük filozof Kant’tan hareketle söylüyor. Öyleyse demokrat bir milliyetçiliği hayata yaslamak, onu deneyime emanet etmek, süreci anbean milletin kamusal menfaati adına yeniden yaratmanın anahtarı olabilir. Milliyetçiliğin bir ideolojik kurguyla şovenist yaklaşımlara dökülmesi yalnızca partiyi yaralamakla kalmaz, kamusal medeni hayatı da tehdit eder hale gelebilir. Bizler ancak halkı ve hayatı korumak ve ilerletmek adına milliyetçiliği bir enstrüman olarak görenlerden olabiliriz; milleti, milletin ihtiyaçlarını ve hayatı bir kenara koyup mazide ve zihnimizde yarattığımız kurguya tapacaksak, Akşener’in bu putları devirmesi, partinin tüzel menfaatini ve milletin kamusal menfaatini kotarmak adına elzem görünüyor. İYİ Parti, sadece antropolojik kültüre yaslanarak bilinç dışı güce, kurguya ve duyguya dönük bir milliyetçilikle sahaya çıkamaz; onun bilince dönük rasyonel ve araçsal bir demokrat milliyetçilikle medeni hayatı da kurması gerekiyor. Aksi durum kültürün medeniyeti, bilinç dışının bilinci tehdit ettiği ve esir aldığı bir tablo yaratabilir. Bu bilinç dışı kültürü bilincin medeni hallerine dönüştürebilmek için de önce neyi nasıl yaptığımıza dair bir farkındalık gerekiyor, umarım bu yazı da farkındalığa mütevazı bir katkı sunar.