Her ne kadar eski muhalefet kodamanları “Başkanlık sisteminin Cumhurbaşkanı’na verdiği güçler restorasyon için kullanılmalı” demekten çekinmese de İnönü’nün tarihi bilincinin bugünkü muhalif elitlerince anlaşılmış olduğu görülüyor. Türkiye’nin üzerinde bir hayalet dolaşıyor. İsmet İnönü’nün hayaleti. İktidarın bütün dalkavukları bu hayaleti defetmek üzere bir ittifakın içindeler: Cumhur İttifakı’nın adamlarıyla ondan tek farkı mülteci düşmanlığı olanlar, muhalefet ile iktidar arasında hiçbir fark olmadığını “gençlere” yutturmaya çalışan oyuncularla şahsi bekalarını bu iktidarın geleceğine yatırmış rant mafyaları… Hepsi o hayalete karşı silahlarını kuşanmış, siperlerde yerini almış, namlularını İsmet Paşa’ya doğrultmuş durumda. İmkanları olsa, onlarca yıl önce ölmüş o devrim kahramanını vuracaklar. Neden mi? Çünkü bu düzen ittifakının karşısında, bütün farklılıklarına rağmen demokrasi zemininde bir araya gelen tarihi birliktelik, zorunda olmadığı hâlde demokrasiden vazgeçmiyor. Üstelik kendi dalkavukları demokrasiden kolayca vazgeçmeye teşne olsa da Millet İttifakı ve etrafındaki demokratik güçler için demokrasi zemini bir olmazsa olmaza dönüşmüş durumda. Her ne kadar kimi eskimiş, “buruşmuş”, otel odalarından siyaset yapılabileceğini zanneden eski muhalefet kodamanları “Başkanlık sisteminin Cumhurbaşkanı’na verdiği güçler restorasyon için kullanılmalı” demekten imtina etmese de tarihi sorumluluğunun farkında olanlar bu iddialara yanaşmıyor bile. Bu, zorunda olmadığı halde, Türkiye Cumhuriyeti’ne demokrasiyi hediye eden İsmet İnönü’nün tarihi bilincinin, bugünkü muhalif siyaset elitlerince anlaşılmış olduğunu gösteriyor. Zira her ne kadar Mustafa Kemal alerjisi tarihi anlamlandırma yetilerinin önüne geçmiş entelektüel dalkavuklar İnönü’nün ülkeyi demokratikleştirme hamlesini “NATO’nun/ABD’nin zorlaması” olarak anlatsa da hakikat bundan çok uzakta. İsmet Paşa için demokrasi bir araç değil amaçtı. Muasır medeniyet olmanın ana koşuluydu. 1919’da başlayan mücadelenin, varması gereken ana hedefti. Şahsi bir davaydı. Nereden mi biliyoruz? Barın Kayaoğlu’nun ince işçilikle yazdığı Türkiye-ABD ilişkilerinin 1945 ve 1952 yılları arasındaki tarihinden biliyoruz.
Yıl 1945, Soğuk Savaş’ın başları… ABD İnönü yönetimine istikrarın önceliğini anlatıyor. Zira prematüre doğmuş bir demokrasinin Türkiye’yi Batı’dan koparabileceği düşünülüyor. İnönü odadakileri şaşkınlığa çeviren bir cevap veriyor…
Soğuk Savaş’ın başları… Yani dünyanın dört bir yanı Sovyetler Birliği ile ABD arasında bir seçim yapıyor. Türkiye de hem Sovyetler’e ve Avrupa’ya yakınlığı, hem de Orta Doğu’nun ve Akdeniz’in kapılarını tuttuğu için stratejik öneme sahip. Üstelik Sovyetler’in tehditleri, rejimi doğrudan tehdit ediyor. Sosyalist dikta, Türkiye’den toprak talep ediyor. Bu yüzden de İnönü yönetimi, ABD ile kurulmakta olan Batılı savunma birliği için görüşme halinde. ABD her ne kadar “demokratikleşme”ye verdiği değeri sürekli dile getiriyor olsa da kapalı kapılar ardında İnönü yönetimine, Türkiye için istikrarın demokrasiden önce gelmesi gerektiğini söylüyor. Zira prematüre doğmuş bir demokrasinin doğurabileceği sonuçların, Türkiye’yi Batı’dan koparabileceği düşünülüyor. Yani, aslında, Milli Şef pozisyonundaki İnönü’yü hem uluslararası sahnede hem de Türkiye’de koruyacak bir siyaset alanı açık. Yaşam boyu diktatörlük için koşullar harika, zemin sağlam. Fakat 1945 yılında İnönü, Amerika’dan gelen ziyaretçilerini Amerikan Büyükelçisiyle beraber Ankara’da ağırlarken, “siyasi geleceğine” dair gelen bir soruya, odadakileri şaşkınlığa çeviren bir cevap veriyor: “Mecliste muhalefetin lideri olarak oturabileceğim gün, görevimi tamamladığımı düşüneceğim…” İnönü, zorunda olmadığı halde, demokrasiyi tercih etti. Sebebini en iyi kendisi açıklar: Devrimin hedef koyduğu “muasır medeniyet seviyesi eğer ki demokrasiyse”, Türkiye için de varılacak hedef demokrasidir. Türkiye, İnönü’nün medeniyet tasavvuru ve ülkesi için kurduğu bir hayalin neticesinde demokratikleşir. Ve 1950’de İnönü, tarihi sorumluluğunu yerine getirmiş bir lider olarak, Meclis’te muhalefet sıralarında oturacaktır. O günkü pozisyonunu “En büyük yenilgim, en büyük zaferimdir” diye tanımlayacaktır. Türkiye’de dolaşan hayalet, tam da bu sebeple İnönü’nün hayaletidir. Ancak bu defa gücü elinde tutan değil, toplumsal muhalefeti bir arada tutan ittifak bu hayaletin gölgesinde bir arada duruyor. Bu defa Türkiye, Cumhurbaşkanı’nın insiyatifiyle değil, Cumhurbaşkanı’na rağmen demokrasiye doğru yol alıyor. Eğer muhalefet üzerindeki bu tarihi sorumluluğu -kendi içindeki dalkavuklara rağmen- taşıyabilecek kadar güçlü omuzlara sahipse, İnönü’nün on yıllar önce kurduğu Türkiye hayali, Cumhuriyet’in 100’üncü yılında hakikat kılınabilir. Ama o omuzların ne kadar sağlam olduğundan kim emin olabilir ki?