Yapabileceklerimiz “şu an”la da bitmiyor. Sorumluluğumuz, orta ve uzun vadede devam ediyor. Bu felaketin olası sonuçları ve geçmişin tekrarlanmaması konusunda, elimizden ne gelirse yapmak ortak sorumluluğumuz. Cumhuriyet tarihimizin en büyük doğal afetini yaşıyoruz. Şu an itibarıyla 20 bin canımızı kaybettik. Enkaz altında 10 binlerce insanımız var. Milyonlarca insanımız barınma ve güvenlik gibi en temel haklarından mahrumlar. Ve 80 milyonluk bir ulus kolektif bir travmanın tam ortasında. Depremi deneyimleyenler ve şu anda o bölgede canhıraş bir şekilde kurtarma faaliyetlerine katılanlar birincil dereceden; gözleri her an ekranda olan, geceleri uykuları kaçan ve çaresizlik-suçluluk duygularıyla boğuşan bizler de ikincil dereceden travma içerisindeyiz. Travmaya maruz kalmak, hiperaktivasyon ve/veya donmaya sebep olur. Bazen insan, bu iki uç hâl arasında parçalanmışçasına gidip gelir. Yerinde duramama, yoğun kaygı (özellikle yoğun fizyolojik belirtilerle) yaşama, sürekli bir şey yapma zorlantısı hiperaktivasyona; donukluk, zihin bulanıklığı, bedenin uyuşması, hareketsizlik, ne yapacağını bilememe, ortamdan kopukluk hissi donma ve disosiyasyona örnektir. Ancak, her iki durumda da travma, insanı yoğun bir yokluk, eksiklik hissi içerisinde bırakır. Daha önemlisi ruhsal travmalar, maruz kalınan şeylerin fiziksel boyutundan ve trajedisinden ziyade, deneyim esnasında ve sonrasında hissedilen yalnızlık, çaresizlik hisleriyle ve içgüdüsel tepki ve davranışların çıkacak alan bulamamasıyla oluşurlar. Bugün de bizi travmatize eden, depremden ziyade, bir ulusun nasıl kaderiyle baş başa bırakılmış olduğunu idrak etmemiz ve geleceğe dair temelinden sarsılan güven duygumuz. Bunlarla beraber gelen öfke ve çaresizlik…Çünkü, biz bunu 24 yıl önce yaşamıştık. Peki nasıl olmalıydı? “Sorumluluk” kimdeydi? Sorumluluk, bir kişinin/kurumun, bir duruma yanıt verme kapasitesi ve yeterliliği ile alakalıdır. Afetin ardından geride bıraktığımız 5 günü değerlendirince; 1999 Gölcük ve Düzce depremlerini yaşamış bir ulus olarak, deprem gerçeğini hayatımıza entegre edemediğimizi, kendimizi ve kamuyu buna hazırlayacak bir kamuoyu oluşturamadığımızı anlamış olduk. Biz 1999 depremlerinde kaybettiklerimizin yasını tutamadığımızı, acımızın eyleme dönüşmediğinden anlıyoruz. Büyük bir inkâr içerisinde yıllarımız geçmiş. Ancak, bazı reflekslerimiz daha da güçlenmiş, kısa zamanda organize olan ve elini her aşamada taşın altına koyan bir sivil toplumumuz var. Bu anlamda, milletimizin her zaman olduğu gibi ulusal boyuttaki meselelere yanıt verme kapasitesi belirgin bir şekilde yüksek ve etkili. Geçmişin hesabını vermekte zorlansak da bugün için akut durumlarda sorumluluk sahibi bir milletiz biz.
Yine belirtmekte fayda var; ilk günden beri inşaat sektörüne sırtını dayayan bir iktidar mekanizması ve son 10 yılın da tamamen sivil toplumun ve medyanın tek elden kontrol edilmeye çalışılması neticesinde oluşan baskıcı tutum da bu bilincin gelişmesine alan tanımadı.
Kamuyu oluşturan diğer unsur ise devlet. Devlet, kişiler ve sistemler üstü bir oluşumdur ki sürekliliğini, dayanıklılığını ve halka verdiği güveni buna borçludur. 21 yıllık AK Parti iktidarının gerçekleştirdiği siyasal dönüşümle geldiğimiz noktada, devlet, zihinlerde önce hükümetle, daha sonra iktidarla ve en nihayetinde “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”yle Sayın Erdoğan’la eşleştirildi. Aslında bugün sahada devlet diye yorumladığımız her şey cumhurbaşkanının yansımasından ibaret. Yani, devletin, artık kişiler ve sistemler üstü bir oluşum olduğunu algılamak oldukça zor. Nitekim refleksleri de kolektif bir yapıdan ziyade bir bireyin refleksleri düzeyine inmiş durumda. Peki, devlet bu felakete kendi kapasitesince ve yeterliliğince yanıt verdi mi? Bence büyük kısmımız bu soruyu hayır diye cevaplıyoruz. Geride kalan 5 günün ardından; beklenmedik -ki aslında beklenmeliydi- krize verilen tepki süresi alışılmış devlet refleksinin çok altında kaldı. Sahaya çıktığında da organize bir görüntü veremedi. Şeffaf davranmadı hatta tam aksine açıktan bir algı yönetimi gayretine düştü. Ama asıl dramatik olan; sahip olduğu kapasiteyi kullanmadı, en güçlü aygıtı olan TSK’yı sahaya sürmek için 3 gün bekledi ve sahaya çok sınırlı sayıda askeri personelin çıkmasına müsaade etti. Sonuçta halkın çoğunluğunun güvenini kaybetti. Bu durum, insanları, yaşanan felaketin ötesinde bir kaygı düzeyine ulaştırdı. Son olarak, Sayın Cumhurbaşkanının yaptığı açıklamalarda ve bölge halkıyla sohbetinde kader vurgusu yapması, yani sorumluluğu dışsallaştırması, bizleri daha da yalnız hissettirdi. Ki, 1999 Gölcük ve Düzce ile 2003 yılında Bingöl Depremlerinin ardından gerek kendisinin gerekse bugün hâlâ siyasi yoldaşlık yaptığı önemli isimlerin, kader söyleminin tam aksi yönde beyanları bulunuyor. Ne yazık ki, yine kendisi ile çelişmekten çekinmiyor. Bir devlet aklı ya da refleksi beklemek ve bu beklentinin en düşük seviyede bile karşılanamamış olması, ulus olarak bizi bir sahipsizlik ve güvensizlik girdabına sürükledi, sürüklüyor. AK Parti iktidarının belki de 21 yıllık siyasi hakimiyetini borçlu olduğu 1999 Gölcük ve Düzce depremlerinden herhangi bir ders çıkarmadığı zaten aşikardı. Bu durumu bilmemize rağmen, bizler de yeterince ses çıkarmadık ve kamuoyu oluşturmadık. İçimizde, derinlerde bir yerde, bir gün büyük bir deprem olacağını bilmemize rağmen, bu bilgiyi zihnimizin kör noktasında tutarak görmezden geldik. Bunu şu an yaşadıklarımızdan ve özellikle de deprem sonrası yapılan binaların çökmesinden anlıyoruz. Yıllarca bu gerçekliğin inkârı ile yaşamamızın sebebi deprem konusunun bizlerde kolektif bir travma olması ve kolektif donma halinden çıkamamamız idi. Yas tutacak alanı da bulamadık. Ve fakat yaptırımlarıyla bizi bizden (kör noktalarımızdan) koruyacak bir mekanizma da yoktu. Yine belirtmekte fayda var; ilk günden beri inşaat sektörüne sırtını dayayan bir iktidar mekanizması ve son 10 yılın da tamamen sivil toplumun ve medyanın tek elden kontrol edilmeye çalışılması neticesinde oluşan baskıcı tutum da bu bilincin gelişmesine alan tanımadı. Bu yüzden de her zaman demirden çalacak bir müteahhit, bu yapıya onay verecek bir memur ve bunu da bile bile satın alacak bir müşteri bulundu. Devletin çizdiği sağlam bir çerçeve olmadan, vatandaş için sınırlardan taşmak mümkün oldu. Biz millet olarak devletimize çok bağlı olmakla birlikte, yaşadığımız pek çok travmanın da etkisiyle kendi başımızın çaresine bakmaya meyilliyizdir. Mesela imkânımız olur olmaz çocuklarımızı devlet okullarından alır özel okullara göndeririz, ya emekliliğimizde devlet bize bakmazsa diye kişisel birikimimize çok önem veririz, devletin hakkımızı koruyacağına inanmadığımız için işimizi görmek adına rüşvet vermekten çekinmeyiz, yine ödediğimiz vergi bize dönmez nasılsa diye vergiden sakınırız vs. Ancak bu boyutta bir doğal afet karşısında bireyin ve toplumun kendi imkanlarıyla mücadele etmesi mümkün değil. Yine de bunu kabul etmek istemeyen bir tarafımız var. Ebeveynleri yetersiz kaldığı için kendi ebeveynlik yapmak zorunda kalan, buna kapasitesi olmadığı için de suçlu hisseden çocuklar gibiyiz. Bu, travmanın bir belirtisi olan, aynı zamanda kayıptan sonra yaşanan “hayatta kalanın suçluluğu”ndan öte bir şey.
1999 Gölcük ve Düzce depremlerini yaşamış bir ulus olarak, deprem gerçeğini hayatımıza entegre edemediğimizi, kendimizi ve kamuyu buna hazırlayacak bir kamuoyu oluşturamadığımızı anlamış olduk.
Hayatta kalanın suçluluğu, yaşanan felaket bizim değil başkalarının başına geldiği için suçlu hissetmektir. Olayı doğrudan yaşamamış ve yakınları zarar görmemiş olanlar; bilinçli ya da bilinçdışı bu felaketi atlattıkları için içten içe bir sevinç, bu sevinçten dolayı da bir suçluluk duyarlar. Felaketi doğrudan yaşayanların yapamadığı şeyleri yaparken, ulaşamadığı şeylere ulaşırken hep bir suçluluk hissi eşlik eder. Bu olağan bir tepkidir. Ancak, ülkede, devletin sorumluluğu olan şeyleri, kapasiteleri olmamasına rağmen, onu yetersiz gördüğü için üstlenmek zorunda hisseden birçok insan bunu yapamadığı için daha da suçlu hissediyor. Bu hisler sinir sistemine fazla geldiği takdirde utanca dönüşen yoğun suçluluk hisleri insanı, halihazırda yapabileceklerinden de alıkoyar. Bu bağlamda, bu felakete “tepki” değil ama “yanıt” vermemiz çok önemli. Olaylara tepki göstediğimizde davranışımız otomatiktir, üzerine düşünülmemiş anlık tepkilerdir. Bu tepkiler çoğu zaman geçmişten gelen tetiklenmelerle ya da o an için sinir sistemimizin regüle olmamasıyla alakalıdır. Korkularımız, güvensizliklerimiz bizi ele geçirir ve şimdiki zamandan koparız. Kendimizle aramızda bir kopukluk vardır. Olaylara yanıt vermek ise; tetiklenmelerimizi fark edip içimizde (duygular, bedensel duyumsamalar, düşünceler) olan biteni merak ederek bir süre (belki de saniyeler) durmak hem içimizde hem dışımızda olan bitene bakarak şimdiki zamana ait bir davranış göstermektir. Şu anda, bu konuda elimizden ne geliyor? Neler yapabiliriz? An itibariyle kaldırabileceğimizden çok daha fazla acı var. Bütün bu acıları bedenimizde hissetmemiz mümkün olmadığı için ister istemez kendimizi bir filmin, kâbusun içerisindeymiş gibi algılamamız normal. Hepsini aynı anda hazmedemeyiz. İçeri alabildiğimiz kadarını alıp, "olma” halinde kaldırabileceğimiz kadar kalmamız önemli. Ancak bir an için bile olsa durup; “Bir dakika, ben şu an neler yaşıyorum? Nasıl hissediyorum? Neredeyim?” diyebilmemiz bencillik değil; tam tersi kendimizi şu ana getirmek ve kolektif alanı tutmak adına elzem. Çünkü, bedenden kopuk sadece zihinde kalarak “bir şey yapmış olma” adına hızlıca ve savruk olarak yapılan çok fazla işlevsiz çaba var. Enerjimizi ve zamanımızı etkili bir şekilde kullanabilmemiz için kendimizde kalmaya ihtiyacımız var. Bir yandan kendi yaşadıklarımızı deneyimliyoruz bir yandan da kolektif alanda yaşanılanları deneyimliyoruz. Bunları birbirinden ayırmak ve fakat ikisini de sinir sistemimiz elverdiğince deneyimlemek önemli. Yapabildiğimiz ölçüde donmadan ve şoktan doğal sürecinde çıkıp gerçeklere ve kendimize gelmeli, hayatta kaldığımızı fark etmeli ve yaşanılanların acısını doğal akışında hissetmek için alan açmalıyız. Alan açmaya ek olarak, her birimiz, varlığımız, şimdi ve burada “olma” hâlimiz ve birbirimize verdiğimiz her türlü destekle kolektif alanı da tutmalıyız. Birbirimiz için burada olmamıza, diğerlerinin bizim acımızı hissettiklerini hissedişimize, paylaştığımız acılarımıza ve yaslarımıza tutunacağız. Kolektif sistem içerisinde, bazıları tarafından bloke edilip hissedilemeyen duygular ötekileri tarafından daha yoğun hissedilir. Unutmayalım ki acılarımız paylaştıkça azalacaktır. Yapabileceklerimiz “şu an”la da bitmiyor. Sorumluluğumuz, orta ve uzun vadede devam ediyor. Bu felaketin olası sonuçları ve geçmişin tekrarlanmaması konusunda, elimizden ne gelirse yapmak ortak sorumluluğumuz. Elimizden geleni yapabilmemiz için ise yaşadıklarımızın getirdiği acıdan kaçmadan yas tutmamız gerekiyor. Diğer türlü, bireysel ve kolektif alanda kör noktalarımız oluyor. Ve acı tarih tekerrür ediyor. Şimdi, bir daha tekerrür etmemesi için uyanma ve direnme zamanı.