GPS’den çatı adaya, Ukrayna’nın işgalinden Kıbrıs’taki gelişmelere… Ahmet Şık gündemdeki soruları yanıtladı. Bilgehan Uçak TİP İstanbul Milletvekili Ahmet Şık’la Türkiye gündemini konuştuk. Şık, seçim sisteminin iktidarı koruma amaçlı hazırlandığını ifade ederek; bu düzenin değişmesi için “seçimlere muhalefet bloğu olarak en geniş katılımla gitmemiz gerekiyor” dedi ve ekledi: “Çatı adayı olmanın özelliklerini taşıyacak bir kişide uzlaşmamız gerekir. İlk turda Erdoğan’a karşı bu adayı destekleriz.” Millet İttifakı’nın gündeme getirdiği Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem (GPS) önerisine nasıl bakıyorsunuz? Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’in, Türkiye’nin içinde bulunduğu ucube sisteme nazaran doğru yönde atılan bir adım olduğunu düşünüyorum. Ancak bunu salt bir form tartışmasıyla çözemeyiz. Yani sadece sistemin adını koymak ve sınırlarını kurmak yeterli değil. GPS de kendi başına neler yapılacağına veya yapacağımıza dair bir şey söyleyemez. Dolayısıyla, altılı masada sistemin sınırları ortaya konsa da Türkiye’nin emekçilerinden, gençliğinden, azınlıklarından, tüm bileşenleriyle toplumsal cinsiyet eşitliğinden ve İstanbul Sözleşmesi’nden bahsedilmemesiyle birçok elzem konunun aslında ucunu açık bırakıyor. Bu bakımdan GPS tartışmalarının somutlaştırılmasını olumlu görüyoruz. Ama eksik buluyorsunuz… Bu tartışmaların eksikliklerini de işaret etmeyi ve Türkiye’nin demokratikleşmesi ve toplumda eşitliğin sağlanması için katkı sunmayı önemli bir görev olarak görüyoruz. Türkiye İşçi Partisi (TİP) olarak, Saray rejiminden, bu ucube sistemden kurtulmayı kesinlikle önceliyoruz, ancak yerine gelecek sistemin de Türkiye toplumunu kapsaması, toplumun derinlerine işlemiş sorunları dikkate alması ve halkı siyasette özneleştirebilmesi hayli önemli. Güçlendirilmiş Parlamenter Sistemi doğru yönde atılan bir adım olduğunu düşünüyorum. Ancak yeterli değil. Sonuç olarak biz şu aşamada GPS tartışmaları bakımından iki meseleye odaklanıyoruz. İlki, tüm karar mekanizmasını tek kişi şahsına sıkıştırmış bir sistemi tarihin çöplüğüne yollamalıyız. Bir kişinin Yüksek Seçim Kurulu (YSK) üyesinden üniversite rektörüne, vali-kaymakamdan emniyet müdürüne dek atama yapmasına, KHK’lerle ülkenin her yanına müdahale etmesine izin veren, olanak sağlayan bu sistemi kabul etmiyoruz; etmeyeceğiz. GPS tartışmaları en başta bunları konu edinmelidir. Demokratik, kurumsal güçlerin dengesini ve çapraz denetleme mekanizmalarını gözeten, evrensel hukuk normlarının egemen olduğu gerçekten tarafsız gerçekten bağımsız bir yargıyı işler kılan, basın özgürlüğü çıtasını üst seviyede tutan yasal değişikliklerin gerçekleştirildiği, temsil gücü yüksek, vatandaşların siyasi haklarını kırpmayan, tam aksine güçlendiren bir sistemi kurmamız şart. Diğer yandan GPS’nin toplumun geride bırakılmış, ezilmiş, tarihsel olarak temsil haklarına göz dikilmiş kesimlerinin siyasi haklarını garanti altına alacak bir tonda tartışılması gerekir. EKSİKLİKLERİ SÖYLEMEK BİZİM GÖREVİMİZ Bunları ben yapıcı eleştiri olarak okuyorum, ne dersiniz? Bizim, sistemin ilan edilmiş haliyle tarafımızı belirleyerek eksikliklerine işaret ederek ortaya koyduğumuz yapıcı eleştirilerimiz de bu yöndedir. Az önce eksiklik olarak andığım buydu: Emekçilerin, gençliğin, kadınların, azınlıkların, LGBTİ+’ların da temsiliyetinin bu sistemle nasıl güçleneceğinin formüllerinin dillendirilmesi, bunların somutlaştırılması gerekiyor. Hep birlikte oluşturmamız gereken yeni toplumsal sözleşmenin anlamlı olabilmesinin tek koşulu bu. Dolayısıyla Millet İttifakı’nın GPS önerisi hem bu ucube sistemden kurtulabilmek bakımından önemli bir adım hem de yeni bir toplumsal sözleşmenin parçası haline gelebilmesi açısından eksik bırakılma lüksü olunmayacak kadar hayati. Altı partinin bir araya gelmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Halkların Demokratik Partisi (HDP) ve Türkiye İşçi Partisi’nin de (TİP) o masada olması gerekiyor muydu sizce? Bu konuda Erkan Baş’ın söylediği “Türkiye o masaya sığmaz” sözünü doğru buluyorum. Bu röportaj aracılığıyla da tekrar etmek istiyorum. Farklı “renkten” pek çok siyasi partinin bir araya gelmiş olmasını olumlu bulabiliriz. Ama Adalet ve Kalkınma Partisi’ne (AKP), Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve kanlı, karanlık ve kirli sicile sahip geçmişteki kimi kullanışlı odakların ortaklığındaki Saray Rejimi iktidarını yıkmanın yolunu bulmak için bütüncül bir Türkiye resmi kurabilme becerisine ihtiyacımız var. Kimsenin dışarıda kalmadığı senaryoda seçimlere gittiğimizde Saray rejimini yeneceğimiz kesindir. Dolayısıyla, bu altılı partinin kurduğu masada yeterince veya hiç temsil edilmeyen gençler, kadınlar, emekçiler, LGBTİ+’lar, çevreciler, onlarca farklı toplumsal odak ve grup söz konusu. Yine de Türkiye’de muhalefet odaklarının, muhalefet partilerinin bir araya gelmesini değerli buluyoruz. Saray rejimine, AKP’ye ve MHP’ye ve görünen ve görünmeyen işbirlikçilerine karşı güç birliği yapılan her çatı kendi içinde önemlidir. PARLAMENTO DIŞINDAKİ PARTİLER DE O MASADA OLMALIYDI Sizce TİP ve HDP neden o masada değil? TİP’in veya HDP’nin de o masada olmaması meselesine gelecek olursak, sadece bu iki partinin değil parlamento dışındaki parti ve grupların da bulunmadığını anımsatarak söze başlamak gerek. Biz o tabloda tek tek partilerin yer almasından çok bütünlüklü bir toplumsal temsiliyetin ve iradenin kendisine yer bulamamasını temel sorun olarak görüyoruz. Bu bakımdan ‘biz neden bu masada değiliz’ diye eleştiri yapmadık, yapmayı da düşünmedik. Şerhimiz, “Tamam bu masa toplandı, muhalefet bir araya geldi” diyerek, birçok kesimi göz ardı eden ve belki daha ötesi, yok sayan aceleci tutum üzerinedir. Yoksa, Millet İttifakı’nın kendi müştereklerinde hareket etmesi, ittifak sınırlarını büyütmesi elbette iyi bir şey.
Kanımca, mevcut haliyle TİP’in ve ittifak için görüştüğü hareketlerin şu haliyle o masada olmasının henüz bir faydası yok. Olsa da herkes için eğreti durur. Ancak…
Kanımca, mevcut haliyle TİP’in ve ittifak için görüştüğü hareketlerin şu haliyle o masada olmasının henüz bir faydası yok. Olsa da herkes için eğreti durur. Ancak, dediğimiz gibi, Türkiye o masaya sığmadığı gibi, o masanın çehresinin de genişletilmesi bizim için değil, Türkiye için gerekiyor. İhtiyacımız olan “Yeni Türkiye” eskisinin restore edilmiş bir kopyası olmamalı. Mevcut karanlık dönemin inşası ve hegemonya kurmasında eski Türkiye’nin katkısını da düşünerek aslolanın salt bir iktidar değişimini öngörmeyen dönüşümü de sağlayacak bir sistem olması gerektiğini savunuyoruz. Mevcudu ve eskinin, varolanı başımıza bela eden kötücüllüklerini siyasetin çöplüğüne atıp demokrasi ve hukuk normlarının egemen olduğu, barışın hüküm sürdüğü eşit yurttaşlık temelinde bir Cumhuriyeti inşa etmek gerek. ADAY İSMİ TARTIŞMAK ANLAMSIZ Cumhurbaşkanı adayında bulunması gereken nitelikler nedir? Son dönemde adı sıkça telaffuz edildiği için soruyorum: Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığına siz nasıl yaklaşıyorsunuz? Adaylık gerçekleşirse, TİP destekleyecek mi? Türkiye’nin önündeki bu seçim nasıl bir ülkede yaşayacağımızın belirleyicisi olacak; ya özgür bir memlekette özgür yurttaşlar olarak yaşayacağız ya da kurulan suç düzenini devam ettiren siyasi parti kılığına girmiş mafyanın kontrolünde bir açık hava hapishanesinde yaşayacağız. Dolayısıyla diğer başlıklar söz konusu olduğunda tutturmaya çalıştığımız ilkeli çizgiyi, Cumhurbaşkanlığı adaylığında isim tartışmaları söz konusu olduğunda da sürdürüyoruz. Her koşulda ülkenin çıkarları, tek tek partilerin, şahısların üzerindedir.
Muhalefet bloğunun adayı son yirmi yılda yapılan soygunun, kötülüklerin hesabını sormaya gönüllü, ve cesaretli birisi olmalıdır.
Kısacası muhalefet bloğunun adayının Türkiye’de demokrasinin yeniden işler hale gelmesinde aracı olması gerekir. Altı oyulan, işlevsizleştirilmiş ve tek adam rejimini koruma memurlukları haline gelmiş kurumların bağımsızlığını sağlayacak biri olmalıdır. Yani bağımsız kamu kurumlarının ve güçler ayrılığının teminatı olmalı; bu sınırlara daima saygı gösterecek biri olmalıdır. Son yirmi yılda yapılan hırsızlığın, soygunun, kötülüklerin hesabını sormaya gönüllü, ve sorabilecek kadar da cesaretli birisi olmalı. AKP’nin beslediği ve büyüttüğü şeffaflık ve denetim mekanizmalarından uzak; tarikatlara, cemaatlere mesafe koyacak birisi olmalı. Türkiye’nin temel taşları olan evrensel hukuk normlarının egemen olduğu sosyal, laik ve tüm yurttaşların eşit olduğu bir cumhuriyeti kağıt üstünde bırakmayacak ve bu özellikleri canlandırılmasını sağlayacak biri olmalı. Yani isim değil ilkeler, özellikler önemli… Evet. Bu bakımdan biz Cumhurbaşkanı adayının ismini değil özelliklerini ve iktidar değişiminin yanı sıra Türkiye’nin dönüşümünü de sağlaması gereken bir sistemin temsilcisi olarak seçilmiş olmasını konuşmayı doğru buluyoruz. Yani mevzu bahis edilmesi gereken Cumhurbaşkanlığı seçiminde muhalefetin ortak adayının ismi değil, o ismin nasıl bir sistemi temsil edeceği olmalı.
Toplum olma duygusu hiç bu kadar zedelenmemiştir. Bu açıdan adayın yeni bir toplum sözleşmesinin zeminini kurması; bilhassa gençlerin, emekçilerin, kadınların ve azınlıkların haklarını teminat altına alması gerekir.
İlk sorunuza verdiğim yanıtta sistemin genel çerçevesini kabaca tarif ettim zaten. Ona ek olarak, Türkiye’nin herkesçe bilinen temel sorunlarını da sıralamak mümkün: Kürt meselesinin kimsenin onurunu zedelemeyecek bir barışı öngören siyasal bir çözümle halli, sivil ve eşitlikçi bir anayasa ihtiyacı, ceza yasalarının çağdaş ve evrensel hukuk normlarına uygun hale getirilmesi, yargı üzerindeki siyasi tahakkümün sona erdirilerek bağımsızlık ve tarafsızlığının sağlanması, çeşitli inanç gruplarının ve dahi inançsızların devlet nezdinde ve bürokraside eşitlenmesi, herkese eşit fırsat yaratacak bir eğitim modeli ve müfredatın yenilenmesi, doğa katliamlarına, imar talanlarına son verecek ve engelleyecek yasal düzenlemelerin yapılması, toplumsal cinsiyet eşitliği sorununun giderilmesi, emek sömürüsünü sona erdirecek yasal düzenleme ve yaptırımların hayata geçirilmesi, seçim barajı ve eşit temsili sağlayacak bir seçim sistemi… Yani bir hayli sorun barındıran ve bu sorunların varlığından beslenerek siyasi varlığını sürdüren kirli politikacılar ve partilerle dolu bir ülke Türkiye. YENİ BİR TOPLUM SÖZLEŞMESİ ŞART Hal bu iken, ihtiyacımız olan, bir toplum sözleşmesi. Önümüzdeki seçimlerde İktidar değişikliğini sağlayacağı iddiasındaki Millet İttifakı bileşenlerinin, eğer pozitif anlamda Türkiye’nin dönüşümüne de niyetlilerse kabaca saydığımız sorunları nasıl, kimlerle, ne yöntemle ve ne kadar sürede çözeceğini taahhüt eden bir toplum sözleşmesini önümüze koyması gerek. Bu toplum sözleşmesini belirtilen sürede gerçekleştirdikten sonra da seçimlere gidileceğinin garantisi verilmeli. Yani, kişisel ve grupsal çıkarlardan azade, birbirini çapraz biçimde kontrol ve denetleme mekanizmasını da kurmuş ve denge gözeten, yurttaş menfaatini önceleyen gerçek bir demokrasi ittifakı kurulması elzem. Kısacası Cumhurbaşkanlığı seçiminde bir isimden önce bir toplumsal sözleşmede ittifak edilmesi gerekiyor. Bu gerçekleştiğinde ortak adayın kim olacağı sorusu da önemini yitirir ve Recep Tayyip Erdoğan’ın karşısına kimi koyarsanız ezici bir üstünlükle seçimi kazanır.
İkinci tura taşımaya hacet yok. İlk turda Erdoğan’a karşı bu adayı destekleriz. Destekleyeceğiz.
Bakın, toplum olma duygusu hiçbir iktidar zamanında bu kadar zedelenmemiştir. Bu açıdan muhalefet bloğunun aday göstereceği cumhurbaşkanı adayının yeni bir toplum sözleşmesinin zeminini kurması gerekir. Bunu yaparken de bilhassa gençlerin, emekçilerin, kadınların, azınlıkların haklarını teminat altına alması gerekir. “İkinci Ekmeleddin vakası” diye adlandırdığımız bir durumla karşılaşmak istemiyorsak, önce tarif etmeye çalıştığımız sistemi kurmalı sonra da hakikaten çatı aday olmanın özelliklerini taşıyacak bir kişide uzlaşmamız gerekir. Bunu da öyle ikinci tura taşımaya hacet yok. İlk turda Erdoğan’a karşı bu adayı destekleriz. Destekleyeceğiz. SEÇİM KANUNUNUN AMACI İKTİDARI SÜRDÜRMEK Cumhur İttifakı’nın seçim kanunu teklifine TİP nasıl yaklaşıyor? Çeşitli aldatmacalar ve sözcük oyunlarıyla, mevcut suç düzenini yönetenlerin ve bu düzenden rant sağlayanların iktidarlarına devam etme arzusunu gösteren bir teklif bu. Her ne kadar “düşürdük” deseler de seçim barajının yüzde 7’ye yükseltildiği, yurttaş iradesinin temsil edilmesini engelleyeceği ve seçim kurullarında yapılmak istenen değişikliklerle bir takım hileli mekanizmaların kurulmasının önünün açılmak istendiği ve aslında ittifakların fiili olarak ortadan kaldırıldığı tespitini yapmak en doğrusudur. Giderek derinleşen bir finansal kriz buna bağlı olarak daha da derinleşen bir yoksulluk ve yoksunluk var. Hem krizin hem de yoksulluk ve yoksunlaşmanın kaynağı olan yolsuzluk, yağma ve talan düzeni artarak sürmekte. Kürt meselesinden, toplumsal cinsiyet eşitliğine, derelerin kurutulup ağaçların kesilmesine, imar talanlarına, geçiş ve yolcu garantili yol köprü ve havalimanları projeleri yoluyla gerçekleştirdikleri sürdürülebilir soygun düzenine kadar her şey yerli yerinde iken sunulan yasa teklifinin ülkenin, halkın ihtiyaçlarıyla ilgisi olduğunu söylemek mümkün değil. Cumhur İttifakı “Oyumuz azalıyor ama koltukları korumak için mevcut imkanlarımızı kullanıp yasaları işimize yarayacak biçimde düzenleyelim” demiş. Buna göre bir teklif hazırlamış. Geçmişe baktığımızda görüyoruz, kaybettiğini gören pek çok iktidar benzer denemeler yapmış ancak başarılı olamamış, bu da başarılı olamayacak. Biz toplumsal muhalefetin enerjisine ve kararlılığına güveniyoruz, her durumda yenilecekler. ERKEN SEÇİM BEKLEMİYORUM Erken ya da baskın seçim kapıda mı yoksa bir sene sonra uygulanacağı için seçim 2023 Haziran’ında yapılacak anlamına mı geliyor? Kişisel olarak erken seçim olacağını düşünmüyorum. Aynı zamanda Saray rejiminin kuralları umursamayacağını da sanmıyorum. Kendi koltuklarını, güçlerini kaybetmemek adına çeşitli yasal boşluklardan faydalanıp, yeni sistemi bir baskın seçimde kullanmaya çalışabilirler. Bu beni şaşırtmaz açıkçası. Biz ne kadar Türkiye’de düzgün, adil, eşit bir yaşam kurma derdindeysek, onlar da kendi ceplerini doldurma, çaldıklarının hesabının sorulmaması, haksızca elde ettikleri koltuklarını koruma derdindeler. Erdoğan’ın elindeki güce olabildiğince tutunup, seçimleri zamanında yapacağını düşünüyorum.
Kişisel olarak erken seçim olacağını düşünmüyorum. Ama yasal boşluklardan faydalanıp, yeni sistemi bir baskın seçimde kullanmaya çalışabilirler. Bu beni şaşırtmaz açıkçası.
Ancak bir fırsat görürse, çeşitli hamlelerle üstünlüğü yeniden ele geçirebileceğini hissederse de baskın seçime başvurabilir. Bu noktada çeşitli yasal tartışmalar var, bir baskın seçimde de yeni seçim yasasını kullanabileceklerine dair. Tek bildiğim, kaybetmemek için her şeyi göze aldıkları. Her türlü kötülüğü yapabilecekleri. Baraj tamamen kaldırılmalı mı? Yoksa belli bir düzeyde tutulmalı mı? Belli seçim sistemlerinde, mesela Türkiye’de nispi temsil de buna dahil, bir barajın olması gerekiyor, ancak bunu hangi raddede tutulacağı önemli olan. Örneğin, baraj Hollanda’da %0.67, Danimarka’da %2. Yeni seçim kanunu bunu %7 olarak öngörüyor, ben onu da hayli yüksek buluyorum. Türkiye’de yer alan siyasi odakların, seçimlere girme, toplumu temsil etme hakkı adil bir şekilde verilmeli. Barajı bu kadar yüksek tuttuğunuzda yeni, genç hareketlerin önünü kesiyorsunuz ve bu da siyaseti yaşlandırıyor, köhneleştiriyor. Türkiye’nin demokratik açıdan adım atabilmesi için, toplumsal gerçekliği meclise yansıtabilecek bir orana çekilmesi, partilere yapılan hazine yardımının da barajla beraber indirilmesi gerekiyor.
Bir baraj gerekiyor, ancak hangi raddede tutulacağı önemli. Örneğin Hollanda’da %0.67, Danimarka’da %2. Ben %7’yi hayli yüksek buluyorum. Barajı bu kadar yüksek tuttuğunuzda yeni, genç hareketlerin önünü kesiyorsunuz.
ALTILI MASA ÖNEMLİ AMA EKSİK Üçüncü bir ittifak kurulacak mı? Bu ittifakın Millet İttifakı’yla ortak adayı desteklemesi durumunda etkisi 6’lı masada yer almaktan büyük olabilir mi? Az önce Türkiye bu altı partiden oluşan fotoğrafa sığmaz derken alternatif bir temsilin de gerekliliğinden bahsetmeye çalışıyordum aslında. 6’lı masada eksik olan, toplumun azımsanmayacak bir kesiminin temsiliyeti aslında. ​​Kürtler, aleviler, sol/sosyalist güçler, gençler, öğrenciler, emekçiler, kadınlar, LGBTI+lar, çevreci mücadele, demokratlar, ilericiler, bu resimde kendine yer bulamıyor. Millet-Cumhur ittifakı ikili denklemi dışında kalan ama bir araya geldiğinde azınlık da olmayan bir toplumsal gruptan bahsediyorum. 6’lı masanın zaten bu toplumsal kesimleri temsil edemeyecek oluşu, Üçüncü İttifak’ın kurulma gerekliğini güçlendiriyor zaten. Malumunuz, 7 siyasi parti ve hareket Üçüncü İttifak görüşmelerini sürdürüyor. Hiçbir yurttaş temsilden hakkından mahrum bırakılmasın diye Üçüncü İttifakı ya o haliyle ya bu haliyle kuracağız; kurmak zorundayız. Türkiye’nin Üçüncü İttifak’a, yeni bir soluğa, siyasette yeni bir odağa ihtiyacı var, bu güçlü alternatifi yaratmanın sorumluluğu da bizim üzerimizde. Ben bunu çok önemli buluyorum. Yedi siyasi parti ve hareket Üçüncü İttifak görüşmelerini sürdürüyor. Hiçbir yurttaş temsilden hakkından mahrum bırakılmasın diye Üçüncü İttifakı ya o haliyle ya bu haliyle kuracağız; kurmak zorundayız. Sorunun diğer kısmına gelecek olursak, AKP’ye onun kurduğu Saray rejimine karşı mutlak bir zafer için muhalefet bloğunun toplumun herhangi bir kesimini dışarıda bırakma lüksü yoktur. Üçüncü ittifakın muhalefet bloğuna sunacağı en büyük katkı buradan olacaktır. Çünkü Üçüncü İttifak’ın mobilize ve motive edeceği kitle cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kazanın kim olacağını belirleyecektir. İLK TURDA EN GENİŞ KATILıM ÖNEMLİ Katıldığınız bir yayında Üçüncü İttifak’ın adı ile ilgili bir soruya verdiğiniz yanıt sosyal medyada tartışma konusu oldu. Solcu olmamaktan tutun da sol demeye korktuğunuza kadar birçok eleştiri yapıldı. Bu eleştirilere ne diyeceksiniz? Benim Nevşin Mengü’nün programında dile getirdiğim ifade bağlamının dışında değerlendirildiği için bahsettiğiniz tepkilerle karşılaştı aslında. Erdoğan’ı ilk turda yenip Saray rejimini tarihin çöplüğüne yollamamız için seçimlere muhalefet bloğu olarak en geni şkatılımla gitmemiz gerekiyor. Az önce 6’lı masanın eksiklerinden bahsettim. Türkiye’nin o masaya sığmayacağını da öncesinde vurguladık, bu röportaj vesilesiyle de bir daha dile getirdim. Üçüncü İttifak’ın isminin ne olacağı, kimleri temsil edeceği konusunda da aslında aynı yaklaşımı gösteriyordum. Kanımca ittifak bileşenleri olarak, Üçüncü İttifak’ın temsil sınırların ıve gücünü elimizden geldiğince geniş kılmak gerek. Kadınların, emekçilerin, demokratların, ilericilerin, etnik azınlıkların, resmî ideolojinin dışında kalan dini inançların, gençlerin, LGBTİ+’ların temsil edilebileceği bir ittifaka açıkça ihtiyacımız olduğunu görüyoruz. Bu bakımdan ittifak ismi gibi daha hiçbir şey ortada yokken sınırlayıcı bir tartışmaya enerji harcamamak gerektiğini vurgulamaya çalışıyordum. Bir isim bulma aşamasına gelindiğinde de kimseyi ikincil konuma düşürmeyen, ama sol karakterinden de taviz vermeyen, düzen siyasete karşı tavrını belli eden bir isim bulmaya odaklanmamız gerektiğini düşünüyorum.
Az önce 6’lı masanın eksiklerinden bahsettim. Türkiye’nin o masaya sığmayacağını da öncesinde vurguladık, bu röportaj vesilesiyle de bir daha dile getirdim.
İttifak ve bileşenleri elbette sol/sosyalist çizgide olacak, hatta seçimlerden sonra bu hareketlerin bir sol/sosyalist blok olarak varlık göstermesi çok önemli. Türkiye İşçi Partisi de bu hareketlerin önemli bir parçası. Ama Üçüncü İttifak’ın içinde farklı kesimler ve odaklar da yer almalı. Düşüncem, bunu bir etiketin ötesinde görmek ve Türkiye'nin cidden ihtiyaç duyduğu sol politikaları ve duruşu ittifak olarak ittifak içinde belki de bir sol blok üretebilmemiz. Bu açıdan ittifakın isminin ne olacağı ittifak bileşenleriyle ortak karar sonucunda belirlenecek ve kanımca bu ikincil de bir mesele. Asıl vurgu daha çok, ittifakın temsil edeceği kesimlerin iyice belirlenmesi ve ittifakın hedeflerinin somut olarak siyasi söylemlere ve çözümlere dökülmesi. Adının ne olduğundan ziyade, nasıl bir duruş sergilediği, Türkiye'de neleri değiştirmek istediği, neye alternatif olduğunu yaptığımız siyasetle göstermeliyiz. O açıdan kastım, konunun bir kimliğe sıkıştırılmamasıydı. Ancak kendimi de eksik ifade ettim sanırım. Yine belirtmem gerek, Üçüncü İttifak, bu ülkedeki kurulan düzeni değiştirebilecek veya onu restore etme çabalarına karşı durabilecek çok güçlü bir odak olarak ortaya çıkabilir, bu potansiyele sahip. Bunun en önemli ayaklarından biri de elbette yıllardır Saray Rejimine karşı gözü kapalı mücadele eden sol ve sosyalist hareketlerdir. KIBRISI ARKA BAHÇE OLMAKTAN ÇIKARILMALI Gündem öylesine yoğun ki Kıbrıs’ı unuttuk. Kıbrıs’ta neler yaşanıyor? Kuzey Kıbrıs geçmişten günümüze Türkiye'nin pis işlerinin görüldüğü bir arka bahçe pozisyonundan öteye geçemedi. Tayyip Erdoğan ile Devlet Bahçeli liderliğindeki saray rejimi için de Kuzey Kıbrıs bundan öte bir pozisyon elde edemedi maalesef. Adanın Türk kesiminde neredeyse 70 binden fazla asker ve polisi konuşlandıran Türkiye aynı zamanda Kıbrıs yönetiminin harcamalarının ve fonlarının büyük bir bölümünü de üstleniyor ama ada halkı tarafından sevildiğini söylemek mümkün değil. Çünkü Kıbrıs’ın Türk tarafı AB ile entegrasyon içerecek federatif bir çözümü talep ederken Türkiye’nin tutumu nedeniyle Pakistan dışında kalan ülkeler tarafından izole edilmiş durumda. Doğu Akdeniz stratejisi, Yunanistan ve Güney Kıbrıs ile siyasi ve ticari rekabet ile enerji alanındaki bir takım politik hamleler nedeniyle Türkiye'nin gerilimli dış politika ilişkileri Kuzey Kıbrıs’ı daha da yalnızlaştırıyor. Yani yakın gelecekte Kuzey Kıbrıs'ın, Avrupa’ya dahil bağımsız bir ülke haline gelmesi mümkün görünmüyor. Saray iktidarının Ada’ya siyasi müdahalesi 2020’de düzenlenen Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de ortaya çıkmıştı. Cumhurbaşkanı adaylarından Mustafa Akıncı, Millî İstihbarat Teşkilâtı (MİT) tarafından tehdit edildiğini, adaylıktan çekilmesinin kendisi, ailesi, yakınları ve herkes için iyi olacağının söylendiğini ve “Kazansan bile görevde kalamayacaksın” denildiğini söylemişti. Zaten tartışmalı bir seçimle AKP’nin desteklediği Ersin Tatar Cumhurbaşkanı seçilmişti. Kısaca ekonomik olarak Türkiye’ye bağımlı, siyaseti Saray iktidarınca şekillendirilen, diplomaside izole edilmiş bir KKTC var yani. Sedat Peker de Kıbrıs’ı işaret etmişti… Ve son olarak Sedat Peker’in ifşa ve itiraflarında da sıkça kendine yer bulan KKTC, mafyanın üssü ve bir kara para aklama merkezi olarak yeniden anımsandı. 1990’ların ve günümüzün birçok karanlık siması yerleşimci olarak Ada’da. Ki sorunuzun da bu isimlerle ve son olarak Halil Falyalı’nın öldürülmesiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Bu kadar profesyonel bir suikastta bu kadar “acemice hatalar” konunun bir alacak-verecek meselesi süsü verilerek gerçek faili bulmamızı engelleyecek bir biçimde kapatılmak istendiğini düşündürtüyor. KKTC’nin, Ankara merkezli olarak mafya-siyaset-bürokrasi üçgeninin önemli bir merkezi olduğu Susurluk Çetesinin deşifre olmasıyla kamuoyunca da öğrenilmişti. Susurluk Çetesi layığıyla soruşturulsaydı hem Türkiye’nin hem de KKTC’nin üzerindeki karanlık örtünün kalkması için bir fırsat doğacaktı ama maalesef olamadı. Peker’in ifşalarından Falyalı’nın öldürülmesine, kumar ve yasa dışı bahsin merkezi olmasından, AKP’nin siyasi ve finansal müdahalelerinden kara para aklamaya kadar KKTC halen Türkiye’nin pis işlerinin görüldüğü bir arka bahçe. Falyalı’nın öldürülmesi kimileri için sürpriz olmasa da böylesine profesyonel bir suikastın faillerinin adeta “bizi bulun” dercesine geride çokça delil bırakıp kolaylıkla yakalanmaları olayın örtbas edileceği izlenimi uyandırıyor bende. Olayın zanlılarından olan Söylemezler Çetesi elemanlarının adaya kaçak giriş yapmalarına rağmen kumarhanelerdekilerden tutun da sokaktaki güvenlik kameralarına kadar her yerde kayda girmeleri, suikast sırasında giydikleri kıyafetlerin olay yerinin yakınında bulunması, üzerlerinde parmak izleri bulunan lüks eşyaların etrafa bırakılması, silahların ele geçirilmesi… Bu kadar profesyonel bir suikastta bu kadar “acemice hatalar” konunun bir alacak-verecek meselesi süsü verilerek gerçek faili bulmamızı engelleyecek bir biçimde kapatılmak istendiğini düşündürtüyor. Yani siyasi bağlantıları da olan ve ciddi bir finansal hacmi bulunan bir karanlık suikast daha gerçek failler gizlenerek kapatılacak. HAKKIMIZDA ÖNYARGILAR VAR P önce kongresindeki afişle, sonra da Ukrayna-Rusya savaşındaki tutumuyla Sovyetik bulundu. Sizin tavrınız nedir? Bu söylenenlere katılıyor musunuz? Ukrayna-Rusya savaşı üzerinden TİP’i Sovyetik bulmayı ben biraz önyargılara bağlıyorum. Bizim bu konudaki çizgimiz açıktır aslında. Biz bu krizin, savaşın ortasında barışın sesini yükseltmeye çalıştık. Öncelikle, Türkiye İşçi Partisi olarak Rusya’nın işgalini hiçbir biçimde desteklemediğini tüm platformlarda vurguladık. Hatta Parti Sözcümüz Sera Kadıgil, bir basın toplantısında Putin ve Erdoğan arasındaki paralelliğe de vurgu yaparak Putin’in savaşına kesinlikle karşı olduğumuzu dile getirdi. Oligark rejimini inşa edenlerle, kendi bölgesel yayılmacılıklarına zemin oluşturarak bölgeyi terörize edenlerle TİP’in yan yana gelmesi zaten mümkün olamaz. Ayrıca bir sosyalist partinin NATO’nun bu gerilimdeki katkısına vurgu yapması kadar da doğal bir şey yoktur. NATO DA MASUM DEĞİL NATO bunu yaptı mı? Bölgesel istikrar ve barış götürme kisvesinde NATO’nun yayılmacılığının nasıl bölgesel felaketlere sebep olduğunu da biliyoruz. NATO’nun dünyanın dört bir yanına istikrar ve barış yerine savaş ve yıkım götürdüğü aşikâr. Rusya’yla göz göre göre gerilimi tırmandırma pahasına, NATO’nun Ukrayna’yı ateşe çekmesi ve yönlendirmesindeki ısrarı, NATO’yu da bu savaşta kuşkusuz sorumlu kılıyor. Biz ilk günden beri, savaştan yana olanların, savaş çığırtkanlığı yapanların ipliğini pazara çıkarma amacındayız. Bunu ortaya koyarken de kendi topraklarımızda olduğu kadar dünyanın her yerinde barışın yükselmesi ve silahların susması için çaba içindeyiz. Bu çabamızı da sürdürmeye devam edeceğiz. Şunu söylememe de izin verin. Solla hiçbir ilgisi olmayan, bir suç düzeni iktidarının destekçisi konumundaki Perinçek ekibinin ya da küçük bir iki grubun söylediklerine bakarak Türkiye’deki sol hareketleri Putin’ci ya da sosyalizmle ilgili olmayan Rusya yanlısı bir tutum almakla suçlayanlar oldu. İndirgemeci bir bakış açısıyla yapılan bu değerlendirmeleri solun tamamını suçlayıcı bir forma bürünmesi bir sağcı liberal yalandan öte bir şey değil. Ne dediğimiz ve savunduğumuz ortada. SSCB sınırları içinde Rus çarı olma hayali kuran Putin’in Ukrayna’ya dönük saldırısı bir işgaldir. GENÇLER DUYGUSAL OLARAK KOPUYOR Gençlerin ve hekimlerin Türkiye’yi terk etmek istemesi için ne düşünüyorsunuz? Ne yapmamız lazım? Yukarıda dile getirdiğim bir ifadeyi burada da anmak istiyorum, çünkü esasen bu sorudaki bağlamı ortaya koyuyordu. AKP iktidarının sonucu olarak toplumun çeşitli kesimlerinin ülke tarihinde eşi benzeri görülmemiş biçimde ülkeden artık duygusal bir kopuş içerisinde olduğunu dile getirmiştim. Bunların başında bilindiği üzere de gençler geliyor. Gençler neden kopuş yaşıyor? Gençken bize öğretilen, tembihlenen temel şey neydi? Eğitim alırsak, çalışırsak, çabalarsak; mutlulukla yaşayacağımız bir hayatı kendimize kurabileceğimizdi. Bu bakımdan, gençlerin çabalarının karşılığını asgari olarak beklemesi kadar doğal bir şey de yok. Her ülke vatandaşlarına bir vizyon, bir gelecek sunar. Saray rejiminin akıldışı ekonomi yönetimi sonucunda, bu ülkenin çalışan kesimlerinden alıp kendi zenginine ülkenin tüm kaynakları aktarıldı, peşkeş çekildi. Bir avuç insan dışında kendine mutlu olacağı bir hayatı kurabilen, asgari gereksinimlerinin ötesinde yaşayabilen kalmadı ülkede. Evet, bir avuç mutlu azınlık dışında geri kalanlarımız kira, fatura, market masrafları ödeyerek, geleceğimiz hakkında endişelenerek yaşamaya çalışıyoruz. Diğer yandan tüm özgürlüklerimiz kısılmış durumda. Kendimizi ifade ederken baskı altında hissediyoruz ya da bunlar yüzünden tutuklanıyoruz. İktidarın savunulmasına izin verdikleri dışında fikrimiz olmamalı zaten. Dolayısıyla gençler hem ekonomik baskıyı hem de özgürlüklerinin ellerinden alındığını görüyorlar. Bunun doğal sonucu da kendilerine mutlu yaşayabilecekleri herhangi bir ülkede gelecek kurma isteği oluyor. Sadece sağlık emekçileri değil sanki… Sağlık emekçileri, hekimler söz konusu olduğunda da durum farklı değil. En başta tüm emekçiler gibi, sağlık emekçilerinin de ücretlerinde iyileştirilmeye gidilmeli. Nöbet süreleri düzenlenmeli. Şiddete maruz kalmalarının önlerine kesinlikle geçilmeli. Geçen saraydaki şahsın “giderseniz, gidin” demesi de aslında halkın önüne doktorları atmaktan başka bir şey değildir. Bu insanlar bu ülkenin kaynaklarıyla yetişmedi mi? Kendilerine bu ülkede gelecek kurmayı seçmediler mi? Doktor olmak için harcanan çaba malum. Yurttaşlara nitelikli ücretsiz sağlık hizmeti hedefi kadar, bu hizmeti sağlayan sağlık emekçilerinin haklarını güçlendirmeyi de önemsemeliyiz. Kolay olan Saray’daki şahsın yaptığıdır oysaki. Ülkeyi kötü yöneteceksin, sonra insanlar haklarını arayınca da halkın karşına koyacaksın ki öfke sebeplere yönelmesin. Biz gençlerimizin de hekimlerimizin de diğer sağlık emekçilerimizin de mutlu yaşayabileceği bir ülke inşasının ısrarını ve mücadelesini sürdüreceğiz. Acı bir tablo ve bunun bir günde düzelemeyeceğini maalesef kabul etmemiz gerekiyor. Türkiye’yi yeniden yaşanabilir, herkes için nefes alınabilir bir hale getirmemiz gerekiyor. Ekonomiyi, sağlık ve eğitim sistemlerini radikal bir şekilde değiştirmeliyiz. Türkiye’nin gençleri, kadınları, doktorları, bu ülkeye bakıp mutlu olabileceklerini, yaşamlarını düzgün ve adil bir şekilde sürdürebileceklerini görmeleri gerekiyor. Bunu yaratmak da bizim sorumluluğumuz. Bunun ilk adımı da Türkiye’nin üzerine çöken bu kabustan kurtulmaktır, buna şüphem yok.