Ekonomik sorunlar arttıkça, yapılan hataları görmeden edemiyorsunuz. Buna medya da dâhil. Her zamanki şablonlarına uymayan böyle durumlarda, her siyasi meselede sahneye çıkardıkları kişilerden medet ummaya çalışıyorlar.
Otuz yıldır üniversite düzeyinde iktisat dersleri veriyorum. Kariyerim boyunca en çok sıkıntı çektiğim konu şu arz ve talep meselesini öğrencilerime anlatmaktır. Hatta MBA düzeyinde verdiğim derslerde, piyasanın bizzat içinden gelen öğrencilerime bile anlatmakta güçlük çekerim. Zamanımı alır çok fazla. Kendimi paralarım. Ne kadar faydalı oluyorum bilmiyorum. Ama işimiz bu bizlerin. Öğretmek. Hatta burada haftada bir yazarken de, mesleki deformasyonlarımızdan dolayı bazen hoca kesiliriz. Belki de haddimiz olmayan konularda kelam ederiz. Bu vesileyle, bugüne kadar her ne sürçükelam ettiysek affola.
Bu sıkıntının ana sebebi, arz ve talebi öğrencilerimin bildiklerini zannetmeleridir aslında. Bu kavramlar herkes için o kadar bilindiktir ki. Sıradan vatandaştan, mahalle bakkalına kadar herkesin bildiğini varsaydığı kavramlardır bunlar. Öyle ya piyasada gerçek işlem yapan bu piyasa “kahramanları” bilmeyecek de kimler bilecek. Sorsanız herkes kendi çapında işletmeci, iktisatçı.
Dersler başladığında, lisans öğrencilerim arasında da bir “ön kabuldür” bu. İşte bu noktada önce onların bildiklerini zannettiklerini, formel bir eğitimle öğrenilmeyen, tamamen “alaylı” bu bilgileri kafalarından silmeye çalışırım. Çarpıcı örnekler ve ifadeler kullanarak, benim anlattıklarımı hafızalarında kalıcı kılmak isterim. Bazen onlarla karşı karşıya gelmek pahasına, zaman zaman da itici bir tavırla tartışarak yaparım bunu. Ülkemin eğitim sisteminin düzeyi belliyken, az konu işler, olabildiğince de bol tekrar yaparım. Zira öğrencilerimiz kendi başlarına okumaz, öğrenmezler. Sınıfta ne alırsa, öğrendiklerinin çoğu odur. Bu başka bir tartışma konusu ama uzun süredir bu böyle ülkemizin yüksek öğretiminde. Durum bu olunca, öğrencilerimiz mezun olup gittiğinde bazen haddini aşan açıklamalar yapabilmeleri mümkündür. Ama bir de bunlar ülkemizin siyasi karar mercilerinde rol almaya başlayınca, yükseköğretimimizdeki bu sorunlar daha da görünür hale geliyor.
İnanır mısınız, çoğunlukla başarısız olurum. O on dört haftada benden ders alıp, neredeyse her hafta aynı şeyleri duyan öğrencilerimin birçoğu dönem başlarken ne düşünüyorsa, dönemin sonunda da aynı noktada kalırlar. Sadece bir kaçı bundan muaf olur. İşte o zaman büyük bir hayâl kırıklığı yaşarsınız.
Ama öğrencilerimin hiç biri bu ve benzeri birkaç ders aldıktan sonra kendilerini “iktisatçı” olarak nitelemezler. Bilirler kendilerini.
Efendim,
Neden bunları anlatma ihtiyacı duyuyorum bu hafta? Affınıza sığınarak bir hatırlatma yapıp, kamuoyunda son zamanlarda, artık en üst seviyelerde de yapılan birtakım kavramsal hatalara kamuoyunun dikkatini çekmek için.
Sorulan soru “neden” sorusu olunca, iktisadi konularda yapılan yanlışa neden bu kadar takıntılı olduğumu ifade etme ihtiyacı gördüm. Dedim ya, bu da benin hocalıktan gelen bir deformasyonum. Bir hata görünce, hatayı yapan ülkenin en yetkilileri olsa bile, tutamıyoruz çenemizi. Mazur görün bizleri; hocalığımıza verin lütfen.
Özellikle savcılar... Kastım iktisadi bir kavramı anlatmak. Kimseyi küçük düşürmek değil.
Lakin ekonomik sorunlar arttıkça, yapılan hataları görmeden edemiyorsunuz. Buna medya da dâhil. Her zamanki şablonlarına uymayan böyle durumlarda, her siyasi meselede sahneye çıkardıkları kişilerden medet ummaya çalışıyorlar. Ama o kişiler de benim öğrencilerim gibi, ele alınan iktisadi konu hakkında sahip oldukları sınırlı bilgileriyle ekranlarda bir nevi “tuluat” yapmaya başlıyorlar. Bilgisizlikleri ortaya çıkmasın diye kavgaya, demagojiye başvuruyorlar.
Peki, siyasiler ne yapıyor bu arada?
Aslında onlar da bundan pek farklı değil. Her zaman yaptıkları gibi emniyetli sulara çekilerek, önce “beka”, sonra da “yerli” ve “millilik” söylemlerine sığınıyorlar. Tam bir çaresizlik içinde, büyük ihtimalle kendi söylediklerine kendileri de inanmadan, toplumu bu “sığ” ve “niteliksiz” söylemlerin peşinde sürüklemeye çalışıyorlar.
Peki, siyasiler ne yapıyor bu arada? Aslında onlar da bundan pek farklı değil. Her zaman yaptıkları gibi emniyetli sulara çekilerek, önce “beka”, sonra da “yerli” ve “millilik” söylemlerine sığınıyorlar.
Bunun en güzel örneğini bir süredir enerji fiyatları ile ilgili tartışmalarda yaşıyoruz. Doğrudur; enerji fiyatları tüm dünyada ciddi oranda artmıştır ve artmaya da devam etmektedir. Bu konuda iktidarın yapabileceği hiçbir şey yok. Bunu veri almak zorundadır.
Ancak iktidarın uyguladığı politikalar neticesinde son zamanlarda artışa geçen döviz kuru, elbette iktidarın kontrolündedir. Sanki bu artışlar bilinçli bir politikanın parçasıymış gibi, artışlardaki sorumluluğunu kabul eden iktidar, bir süre sonra enflasyon ile birlikte kur artışları yurtiçi piyasalara yansımaya başlayıp kendi aleyhine bir durum oluşmaya başlayınca, birden tavır değiştirmiştir; önce kabul ettiğini sonra reddetmeye başlamıştır. Bu inkârları kamuoyunda yeterli desteği görmeyince de, televizyon kanallarında her zamanki destekçilerine bunu savunma görevi vermiştir. Dahası bununla yetinmeyip, kendisi için siyasi bir başarıya dönüştürme çabası içine girmiştir.
Bu “televizyon” insanlarının kullandığı tezlerden en önemlisi, Türkiye’deki enerji fiyatlarının Avrupa’dakilerin çok daha altında olduğunun ve bugün o şikâyet ettiğimiz fiyatlardan enerjiyi vatandaşa sağlayabilmek için, iktidarın çok büyük fedakârlıklar yaptığının savunulmasıdır. Bu uzun süredir yandaş gazetecilerin kamuoyuna sundukları tezdir. Dedim ya ben öğrencilerimin “alaylı” olarak öğrendikleri bilgileri onların zihinlerinden kazıyabilmek için, birtakım şok tepkiler gösterir, onların akıllarında kalıcı olmasını isterim. İşte bu da o anlardan biri.
Bu “televizyon” insanlarının kullandığı tezlerden biri, bugün o şikâyet ettiğimiz fiyatlardan enerjiyi vatandaşa sağlayabilmek için, iktidarın çok büyük fedakârlıklar yaptığının savunulmasıdır.
Televizyonlarda bu tezi savunanlar maalesef ne iktisat biliyorlar, ne de iktisadi kavramlar konusunda fikir sahibiler. Kıt kanaat bilgileriyle yaptıkları açıklamalar kastını aşıyor. Bu tarz açıklamalar aslında tam bir çaresizlik göstergesidir. Bunlardan büyük siyasi çıkarsamalar yapmanın da doğru olmadığını düşünüyorum. Zira yok. Sırf kuru gürültü.
Efendim,
Konu talebin ne olduğu meselesidir. Enerji fiyatları vesilesiyle tartışmalarda yer alan kesimlere bu konuda bir hatırlatma yapma ihtiyacı doğdu bana. Zira daha bu hafta sonu, Sayın Cumhurbaşkanımız da benzer bir açıklama yapınca, aynı sıkıntının ülke yönetiminin en tepesinde de mevcut olduğu izlenimi doğdu bende. Basitçe konu şudur:
Biraz teknik bir tanım olacak, ama o kadarına da tahammül göstermek zorunda okuyucu. Öyle ya sabah akşam bir “
reality show” kıvamındaki tartışma programlarında, alanı iktisat olmayanların “talep” konusundaki yalan yanlış düşüncelerini, sabah akşam dinliyoruz. Demek ki ilgimiz var. Bu da benden bir hizmet olsun.
Mesele talep denilen kavramda… Nedir bu talep bir bakalım.
Formel tanımı itibariyle “talep, belli bir satın alma gücüne sahip iktisadi birimin belli bir fiyattan satın almayı
arzulayacağı mal miktarıdır”. Bu tanımda talebin olmazsa olmazları var bir kere. Öncelikte talep edilen miktar fiili olarak satın alınmış bir şey değil. Piyasaya gitmeden önce yapılan bir satın alma planı, arzusu. İkincisi ise,
bu arzunun talebe dönüşmesi belli bir fiyatla uyumlu satınalma gücüne ihtiyaç duyması. İşte sorun da burada çıkıyor. Eğer vatandaşın, dikkate alınan bir fiyat ile uyumlu gelir düzeyi (yani satınalma gücü) yoksa o istek veya arzu
talep olmaz; olsa olsa
hayal olur.
Şimdi gelelim son enerji zamlarını savunmak için, tartışma programlarında ve politik söylemlerde kullanılan iktidar tezlerine…
Diyorlar ki, bizdeki enerji fiyatları Avrupa’dan ucuz. Aradaki farkı da iktidar sübvanse ediyor. Ne güzel bir şey aslında. Ama söylemin birinci kısmı fecaat. Eğer sizin ülkenizdeki satın alma gücüyle uyumlu bir fiyat değilse, vatandaşın bu malı tüketen ülke vatandaşlarına uzaktan gıpta edip, hayalini talebe çevirebilmek için, ya satınalma gücünün arttırılması, ya da piyasadaki geçerli fiyatın o satınalam gücüyle uyumlu hale getirilmesi gerekmektedir.
İktidar temsilcilerinin tezini referans alırsak bunun, ülkemizin mevcut gelir düzeyinin, bugünkü dünya koşullarında oluşan fiyatlardan enerji talebine yetmediğini anlamak gerekir.
Eh şu andaki dünya enerji fiyatları bizlerin satınalma gücümüzü aşan noktalara gelmişse, yapacak bir şey yok. Kısa dönemde gelirimizi de arttıramayacağımıza göre, çaresiz fiyatı o gelirle uyumlu hale getireceğiz.
Bu tarz sübvansiyonlar her ülke, her iktidar tarafından yapılır. Konu olan mal çok önemli ve ekonomideki diğer iktisadi faaliyetleri doğrudan etkileyen stratejik bir mal ise, kısa dönemde devletler bu malı sübvanse edip, ucuza vatandaşına sunarlar. Uzun vadede bundan bir kayba uğramazlar aslında. Zira uzun dönemde enerji gibi ekonomideki ana girdilerden birini oluşturan bir malın ucuza temin edilmesi, ekonomideki diğer iktisadi faaliyetlerin gelişmesi yol açarken, devletin de bu sübvansiyonlarda kullanabileceği yeni vergi gelirleri elde etmesi sağlanır. İktisatçılar açısından büyük resim budur.
İktidar temsilcilerinin tezini referans alırsak bunun, ülkemizin mevcut gelir düzeyinin, bugünkü dünya koşullarında oluşan fiyatlardan enerji talebine yetmediğini anlamak gerekir. Bu da, hali hazırda bizlere anlatılan refah söyleminin sadece bir balondan ibaret olduğu anlamına gelir.
Öte yandan sübvansiyonlarla devletin, sadece enerjiyi değil, herhangi bir malı da desteklemesinde sakınca yoktur; zaten bu, ihtiyaç halinde yapılması gereken bir şeydir. Örneğin bazı insanların gelirleri, mevcut piyasa fiyatlarından ekmek almaya yetmiyorsa, her halde o insanları aç bırakmak bir tercih olamaz. Elbette fiyatlar sübvanse edilerek o insanların ekmeğe erişimi sağlanmalıdır. Bu aynı zamanda ahlaki bir sorumluluktur.
Geçmiş Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri enerji gibi birçok alanda fiyatları sübvanse etti bugüne kadar. Amaç mevcut üretim yapısının ve gelir seviyesinin, bu alanlarda istikrarlı bir talep oluşturulmasına yetmeyecek olması ülkenin o günlerdeki en önemli kısıtlarından biriydi. Oysa iktisadi birimlerin bu alanlardaki mal ve hizmetlere erişebilmesiyle kazanılacak çıkacak gelirler, vergilemeyle sübvansiyonların finansmanına kaynak sağlayabilmiştir. Dolayısıyla sübvansiyonlar gerekli yerlerde kullanıldığında son derecede etkin politika araçlarıdır.
İktidarın savunduğu gibi AKP döneminde elde edilen refahın da sübvanse edilmiş bir refah olduğu sanılmaktadır. Beyler yapmayın; durum bu değil çünkü…
Öğrencilerim bunları benden duymaya alışıktır. İktisatçılar ise zaten bilirler. Bunun aksini söyleyenler ise, ya konuya hâkim değiller, ya da kasıtlı olarak bu söylemde ısrar ediyorlardır.
Benden söylemesi, eğer iktidar mevcut söylemde ısrar ederse, bunun biz iktisatçılar açısından anlamı, yetersiz alım gücümüz nedeniyle enerji fiyatlarının sübvanse edildiğidir. Bundan, üstü kapalı olarak vatandaşın satınalma gücünün bugünkü dünya fiyatlarından enerji talebine yetmediği, bu yüzden de sahip olduğu gelirle daha fazla (belki de hak etmediği) miktarda enerji tüketiminin sağlanabilmesi için devlet sübvansiyonuna ihtiyaç duyduğu anlamı çıkar. O zaman da iktidarın savunduğu gibi AKP döneminde elde edilen refahın da sübvanse edilmiş bir refah olduğu anlaşılır.
Beyler yapmayın; durum bu değil çünkü…