Türkiye’de mevcut iktidar uzunca bir süredir kutuplaşmayı bir yönetim taktiği olarak kullanıyor. “Biz ve onlar” ayrımına dayanan, kendini milletin “gerçek” temsilcisi olarak konumlayan ve kendisini desteklemeyen herhangi bir kişi veya grubu ise meşru görmeyen popülist bir iktidardan söz ediyoruz. Bu popülist ayrım Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ve iktidarın otoriter eğilimleri ile adeta resmileşti. Siyasetten medyaya, hukuktan bürokrasiye ahbap-çavuş ilişkileri ve sadakat ağlarına dayanan bir yapı ortaya çıkmış görünüyor. İktidarın yarattığı sadakat ağları dağıldıkça da iktidar çareyi kutuplaşma stratejisine sadakatte arıyor. Son günlerde ortaya atılan pek çok iddia gazeteciler, iş insanları ve siyasetçilerin dahil olduğu bu ilişkilere dair bir resim çiziyor. Ancak, görülen o ki iktidarın “biz” tanımı artık gittikçe küçülen ayrıcalıklı bir grup için geçerli. Kamu kaynaklarından, mevki ve makamlardan, bürokrasideki ilişkilerden faydalanan sadakatleri karşılığında ödüllendirilen küçük bir azınlık. Bunun karşısında ise günden güne yoksullaşan milyonlar, işsiz gençler, doğasını-toprağını-denizini korumak isteyen vatandaşlar, ürününü satamayan çiftçiler var ve bu liste uzar gider. Tam da bu sebeple Türkiye’de olan bitenleri kişiler üzerinden değil sistemin yarattığı yozlaşma ve çarpıklık üzerinden okumak gerekiyor. Çözüm önerilerini de bu sistemi iyileştirecek, demokratik kurumları güçlendirecek ve sadakat ağlarını değil yurttaşların özgürlüğünü ve refahını garanti altına alacak bir yeniden inşa programı çerçevesinde tartışmak gerekiyor. Kutuplaşmanın Tehlikesi ve Cezasızlık Türkiye’de iktidarın “yönetememe” durumu ile birlikte şiddet ve cezasızlık da sürekli hale gelmeye başladı. İktidardan taraf olanların adeta “cezasızlık” zırhı ile korunduğu, iktidara karşı olmanın ise ağır bir biçimde cezalandırıldığı bir sistem inşa edildi. Muhalefet liderleri, gazeteciler, akademisyenler açıkça tehdit edildi, şiddete uğradı. Geçtiğimiz hafta ise HDP’nin İzmir İl Başkanlığı’na düzenlenen silahlı saldırı bu siyasal iklimin bir sonucuydu. Sadece birkaç olayı hatırlayalım: Kılıçdaroğlu’na Çubuk’ta linç girişimi, Selçuk Özdağ’a saldırı, Meral Akşener’in Rize ziyaretinde uğradığı protesto sonrası Cumhurbaşkanı’nın ifadeleri, Levent Gültekin’e sokak ortasında saldırı... Her bir olayı takip eden teşvik edici söylemler, cezasızlık ve şiddetin normalleştirilmesi başka yeni olaylara taviz veriyor. Haliyle, ister örgütlü bir çaba ister bireysel bir girişim olsun bu şiddet eylemlerinin ardında kutuplaşmaya dayanan siyasal iklim var. Şeffaflık ve hesap verilebilirliğin, denge-denetleme mekanizmalarının olmadığı bir düzende kişiler, klikler ve lobiler hüküm sürüyor. Bunların birbirleri ile olan çatışması milyonlarca insanın gündelik hayatını etkiliyor. Güçlü olanın, ilişki ağlarına sahip olanın hakim olduğu bir “mafyalaşma” kurumlara sirayet ediyor. Tüm bu tabloda ise hak etmeyenlerin hak etmediği pozisyonlara ve kaynaklara sahip olduğu “vasatlığın” hakim olduğu bir yapı ile karşı karşıya kalıyoruz. Videolar ve ses kayıtları ile ortaya dökülen durum tam da bu tablonun yansıması. Haliyle bu yapı bugün tartıştığımız ve ismi skandallara karışan isimler gibi nice isimler doğurmuştur ve doğurmaya müsaittir. Pastadan pay küçüldükçe iktidarın kurduğu sadakat ağları dağılmaya başlıyor. Tam da bu sebeple korku ve endişe, muhalefetin bir araya gelmesini önleyecek her hamle iktidar için cansuyu niteliğinde. Kutuplaşmanın zehri ile beslenen popülist otoriterliğin panzehri ise umut ve adalet temelli dönüştürücü politikalar etrafında inşa edilecek yeni bir “biz” anlayışı ve “gelecek tahayyülü” olacaktır. Bu tahayyülün nasıl inşa edilebileceğine dair önerilerimi geçtiğimiz hafta “Siyasal adaletin inşası için #HADİ” başlıklı yazımda kaleme almıştım.