Sanayileşme ile demokrasiler ağır ağır gelişirken, sanayileşmenin göz ardı ettiği çevre hasarı yönü belki de sanayileşmeyi de demokrasiyi de dönüp vuracak. Uygarlık, kendi içinde çelişkiler barındırıyor.
Gün geçmiyor ki batı basınında iklim krizi ile ilgili bir haber çıkmasın. Dünya’nın pek çok yerinde sıcak hava dalgaları nedeniyle insanlar ölüyor. Kriz, bugüne ait ama nedenleri yeni değil.
Tarih: 7 Temmuz 1911. Yani, 111 yıl 12 gün önce! Amerikan Isıtma ve Havalandırma Derneği yıllık toplantısını gerçekleştiriyor. Derneğin başkanı, toplantının açılış konuşmasında bir tespitte bulunuyor: büyük şehirlerin ürettiği ısı, bu şehirlerin iklimini önemli ölçüde değiştirmektedir.
Dernek başkanı Reginald Phelan Bolton, New York’ta yıllar boyu gözlemler yapıldığını belirtiyor. New York’un büyümesinin şehri daha sıcak ve kurak bir hale getirdiğini anlatıyor. Sıfır derecelik ısının New York’ta giderek daha az sıklıkla görüldüğünden söz ediyor. New York’ta yılda 19 milyon ton kömür ya da kömüre eşdeğer enerji kaynağı tüketildiğini ve bu tüketim ile açığa ısı çıktığını söylüyor.
1911’de
New York’un nüfusu 5 milyona yakındır. İnsan vücudunun yaydığı ısının dahi hesaplaması yapılmış ve New York’ta yaşayanların yılda 438.000 tonluk kömür tüketimine denk gelen bir ısı yaydıkları tespit edilmiştir. Bolton, 1911 yılının New York’u için “yoğun” ifadesini kullanarak başkaca ısı kaynaklarının da şehri ısıttığını anlatmaktadır. Gazdan, binalardan yayılan radyasyondan, asfalt yollardan ve sürtünme kaynaklı ısınmalardan söz etmektedir. Tüm bu ısınmaya yol açan nedenler şehrin 1 millik (1.61 kilometre) çevresine kadar yayılan bir alanda normal olmayan sıcaklık dereceleri yaratmaktadır.
Bu anlatılanlar, yukarıda kopyası görülen 7 Temmuz 1911 tarihli The New York Times gazetesi haberinde yer alıyor. Yapılan hesaplamaların detayı şaşırtıcı düzeyde. Gezegeni iklim krizine götüren nedenleri yeni öğrenmiyor insanlık.
1947’den bir iklim krizi uyarısına da bir
PolitikYol yazımda yer vermiştim. Bu haber taramalarının bilimsel dayanaklarla ispat ettiği çok önemli bir sonuç var: iklim krizi geleceğin değil, bugünün, bu anın krizi artık. 1911’den, 1947’den örnekler de krizin bu ana ait olduğunu anlatamıyorsa, başka ne anlatabilir ve o yılların bulguları çok “güncel”!
Önemli olan, Dünya’nın ortalama sıcaklık düzeyi, anlık hava durumu değil. Dünya ısınıyor. Aşırı soğuk kışlar iklim krizi olmadığını anlatmıyor.
1911’in New York’u için Bolton’un anlattıklarını aklımızda tutarak 2022’ye gelelim.
Dünya, Haziran 2022’yi meteorolojik kayıtlara dayalı tarihinin üçüncü en sıcak Haziran’ı olarak yaşadı.
Haziran 2022’nin ortalama sıcaklığı 1991-2020 yılları arasındaki ortalama sıcaklığın 0.320C üzerinde kaydedildi.
Avrupa kavruluyor. Kıta, meteorolojik kayıtlara dayalı tarihinin ikinci en sıcak Haziran’ını ortalama sıcaklığın 1.6
0C üzerinde kalarak yaşadı.
Fransa, tarihinin en sıcak Mayıs ayını 2022’de yaşadı. İtalya, kuzey bölgesinde yaşanan kuraklık nedeniyle olağanüstü hal ilan etti. İngiltere,
sıcak hava dalgalarının etkisiyle kırmızı alarm uyarısına geçti.
Olağanüstü sıcaklıklar Avrupa ile sınırlı kalmadı. Çin, Japonya,
ABD’nin soğuk olarak adlandırılan bölgeleri ve Grönland’da da ortalamaların üzerinde sıcaklıklar kaydedildi.
Zaman zaman rekorlar kıran
soğuklar da görülüyor. Önemli olan, Dünya’nın ortalama sıcaklık düzeyi, anlık hava durumu değil. Dünya ısınıyor. Aşırı soğuk kışlar iklim krizi olmadığını anlatmıyor.
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri António Guterres 18 Temmuz’da “iklim acil durumu” ifadesi ile bir uyarı mesajı yayınladı.
“Kolektif hareket ya da kolektif intihar” dedi. İntihar! Son derece çarpıcı bir kelime tercihi ve uluslararası düzeyde sorumlulukları olan bir makamı işgal eden bir kişiden çıkıyor.
Doğa bilimlerinin iklim krizi ile ilgili bulgularının ekonomideki yansımaları çevre ekonomisi disiplininde hayat buluyor. Alanı çevre ekonomisi olmayan ekonomistler de çaresiz olarak iklim krizi ile ilişkili konulara giderek artan bir
ilgi gösteriyorlar. Üretim ve tüketimin temel kaynağı doğa. Ekonomik büyümenin kaynağında doğa var. Büyümenin tehdit altında olduğu dönemlere yaklaşılıyor.
Çevre konusunun ekonomik perspektifinde siyaset var. ABD’de, Demokrat Parti’den Senatör Joe Manchin partisinin iklim krizine önlem içeren paketini
reddediyor. Nedeni, kendisinin
kömür işinden milyonlarca Dolar kazanmış olması olabilir mi?
İklim krizi ile ilgili bulgularının ekonomideki yansımaları çevre ekonomisinde hayat buluyor. Alanı çevre ekonomisi olmayan ekonomistler de çaresiz olarak iklim krizi ile ilişkili konulara giderek artan bir ilgi gösteriyorlar.
İklim krizi penceresinden siyaset bilimcilere bir soru: siyasetçinin kısa vadeli çıkarlarına dayanan gündemini toplumun uzun vadeli çıkarlarıyla eşleştirecek bir siyasal yapı nasıl kurulabilir? Toplumun iklim kriziyle ilgili uzun vadeli çıkarları konusundaki bilinci nasıl artırılabilir ki siyasi tercihleri ve talepleri uzun vadeye yönelik olsun? Seçilmişlerin görev sürelerini çok aşan işler var.
İklim krizine giden yol sanayi devrimleriyle oluşuyor. Sanayi devrimlerinin başlangıcı 1750’lilere denk geliyor. İlk sanayi devrimi sonrasındaki
hızlı nüfus ve gelir artışı takriben 1800’lerin başlarında ortaya çıkıyor.
1911, 1947 ve 2022’ye dair tespitlerden sonra 1972’ye uzanalım. 1972’de,
Roma Kulübü adlı bir düşünce kuruluşu bir çalışma yapılmasını istiyor. Çalışmanın başında bir fizikçi,
Dennis Meadows bulunuyor. Bu isteğin ürünü,
Büyümenin Sınırları başlıklı bir eser olarak ortaya çıkıyor. Meadows ve ekibi çeşitli senaryolar altında bilgisayar simülasyonlarıyla üç temel sonuca ulaşıyor.
İlk sonuç: Nüfus artışı, endüstrileşme, atık üretimi artışı, gıda üretimi artışı ve doğal kaynak tüketimi artışı hızlarının 1972’teki temposu ile sürmesi halinde, gelecekteki 100 yıllık bir süreç içinde büyümenin sınırlarına ulaşılacağı tahmin ediliyor. Sürecin büyük olasılıkla nüfus ve endüstriyel kapasitede ani ve kontrolsüz bir düşüşün yaşanması ile sonlanacağı öngörülüyor. Büyümenin Sınırları’nın öngörü sınırı 2072.
İkinci sonuç: Söz konusu artış hızlarının ekolojik ve ekonomik stabilite ve sürdürülebilirlik sağlayacak şekilde yönetilebilmesi mümkün. Küresel bir dengenin her bireyin ihtiyaçlarını “fırsat eşitliği çerçevesinde” sağlayabilecek şekilde kurgulanabileceği ifade ediliyor.
Üçüncü sonuç: İnsanlığın ilk sonuç yerine ikinci sonuca kısa bir süre içinde ulaşmayı çabalaması halinde başarı şansı artacaktır.
1972-2022. 50 yıl! Büyümenin Sınırları, tarihe damgasını vurdu. Artarak artan bir büyüme (exponential growth) yerine küresel bir dengenin (global equilibrium) hedeflenmesi gerekliliğinden söz etti. Çünkü, gezegenin kaynakları sınırlı (finite planet) idi.
Dennis Meadows, Büyümenin Sınırları’nın 50. yılı için
Le Monde gazetesine bir
röportaj verdi. Meadows, demografiyi ve tüketimi dayanılabilir düzeyde tutmak için 1972’de şans vardı diyor. 100 yıllık bir öngörünün 50 yılının tüketildiğini ve ilk 50 yılda insanlığın harekete geçmediğini söylüyor.
Sanayileşme ile demokratik süreçler çalıştı. İmparatorluklardan, krallıklardan demokratik yapılara kayışlar oldu. Bir yandan bu süreçler yaşanırken ve farklı coğrafyalarda kalkınma sağlanırken, diğer yandan çevre konusu ihmal edildi.
Meadows devam ediyor: sürdürülebilir kalkınma artık mümkün değil. Yeşil büyüme, sanayicinin faaliyetlerini aynı şekilde sürdürmek için kullandığı bir terim. İklim değişimi, fosil yakıtların tükenişi ya da sulardaki kirlenme, kargaşalara, şoklara, felaketlere ve yıkımlara yol açacak. İnsanlar ise, düzen ile özgürlükten birini seçmeleri gerektiğinde, özgürlüğü bırakıp düzeni seçerler. Otoriter ya da diktatörlüğe dayalı yönetim biçimlerine doğru bir sapmaya tanık olacağımızı düşünüyorum.
Meadows’un haklı olduğu kanısındayım. Dünya, kapitalist sistemde kalacaksa, gelişmişlerin çok acil olarak sahip oldukları kapitalist anlayışı terk etmeleri gerekiyor. Mevcut anlayışla, António Guterres’in uyarılarının, çağrılarının hiçbir anlamı yok! Anlayış değişikliği yaşanmazsa, insanlık başka rejimleri konuşuyor olacak. Meadows’un düşündüğü, 8 Temmuz 2022 tarihli
yazımda anlatmaya çalıştığım gibi. İşin küresel ve ulusal düzeylerde sınıfsal yönleri bulunuyor.
Sanayileşme ile demokratik süreçler çalıştı. İmparatorluklardan, krallıklardan demokratik yapılara kayışlar oldu. Bir yandan bu süreçler yaşanırken ve farklı coğrafyalarda kalkınma sağlanırken, diğer yandan çevre konusu ihmal edildi. Neden? İnsan, amaçlarıyla çelişen bir mekanizma yarattı: insanın sağlıklı varlığını dikkate almayan bir kapitalist ekonomi. Sanayileşme ile demokrasiler ağır ağır gelişirken, sanayileşmenin göz ardı ettiği çevre hasarı yönü belki de sanayileşmeyi de demokrasiyi de dönüp vuracak. Uygarlık, kendi içinde çelişkiler barındırıyor.
Bu yazılanlar kimsede bir üzüntüye neden olmasın. Zira, okuyanın içini acıtması lazım. Endişeye ise hiç yol açmasın. Zira, paniğe kapılmak lazım. İnsanlık “intihar” ediyor.