Bir kırmızı pazartesiymiş” meğer, daha sonra öğrendik, herkes biliyormuş da bir ben, bir biz, bu ülkenin daha iyi, daha demokrat, barış içinde yaşamasını isteyenler bilmiyormuşuz. Şu Osmanbey-Pangaltı kaldırımlarından beni nefret ettiren olay gerçekleşeli tam on beş sene oldu. Bir “kırmızı pazartesiymiş” meğer, daha sonra öğrendik, herkes biliyormuş da bir ben, bir biz, bu ülkenin daha iyi, daha demokrat, barış içinde yaşamasını isteyenler bilmiyormuşuz. En kıytırık jandarma erinden en operasyonel albaya kadar bilmesi gereken herkes biliyormuş ya, herkes biliyormuş ve biz gözlerimizin önünde bir güvercin tedirginliğinde yaşamaya mecbur ettiğimiz Hrant Dink’i koruyamamışız. Hrant Dink, Valilik odasında tehdit edildiğinde ya da o meşhur yazıyı yazmak zorunda hissettiğinde “kırmızı pazartesiye” uyanacağımızı anlamamışız. Ama Hrant, Türkiye’nin en kadim sorunlarından birini yalın kılıç çözmeye hevesli, eşi benzeri olmayan bir insandı. Bir o kadar de cüretkar ve tavizsiz. “Şimdi bunları söylemenin vakti mi?” diye sorulduğunda “ne zaman gelecek bunun vakti?” diye cevap veren, her adımını büyük bir özgüven ve kararlılıkla atan, hiçbir zaman bir mahallenin sözcülüğüne soyunmayan, Ermenilere olduğu kadar Türklere, Türklere olduğu kadar Ermenilere seslenen, ikisini de yaranmaya çalışmayan, ama çalışmadıkça ikisinin gözünde de etkisi başka hiçbir kimseye benzemeyen tuhaf bir adam. Hiç tanımadım ben Hrant Dink’i, beraber sohbet etmişliğim, iki kadeh rakı içip bir topik yemişliğim yok. Lisedeyim, Tünel çıkışındaki gazete bayiinden Agos alıyorum, üçüncü sayfada Baskın Oran’la başlıyorum okumaya. Bazı konular hiç ilgimi çekmiyor ama o gazete çekiyor beni, başka bir şey var hem benim hiç alışık olmadığım hem de çok alışık olmadığım. Sanırım Hrant’ı en iyi anlatan şeylerden biri bu “antagonist çelişkiyi” kendi kimliğinde meczetmesi ve bundan dünyalı olduğu kadar Anadolulu veya bunun tam tersi bir kişilik çıkarması. Hrant Dink denince 1915’i “soykırım” terimi etrafında dönen kısır tartışmalara hapsetmeyen, yaşanan kıyımın içselleştirilmesi, anlaşılması için mücadele eden bir adam geliyor gözümün önüne. Ermeni cemaatine hitap eden Türkiyeli bir gazete geliyor, Türkiyelilik geliyor, adının Fırat olarak nüfusa geçirilmesiyle, Tuzla’daki yetimhaneyle başlayan bir varoluş serüveni geliyor. O basit “Ali topu bir kez de Agop’a atsın,” sözündeki büyüleyici zihniyet değişimi, birlikte yaşama kültürünü oluşturabilmek için neler yapmamız gerektiği geliyor. Yazdıklarını anlamadan demiyorum, anlayarak, çok iyi anlayarak, hatta bizzat bunun için çarpıtarak aktaranlara karşı verdiği mücadeleyi kazandı, bedelini ise kendi hayatıyla ödedi. “Ermeni kanındaki Türk zehri” üstüne kopartılan vaveyla işaret fişeğiydi, bile isteye demediği bir şeyden ötürü yargılamaya kalktılar, yapmaya çalıştıklarına dair en büyük darbeyi vurabilmek için 301’den dava açtılar. Hayatını Türkiyelilik kavramı üstüne inşa etmeye çalışan bir adamın Türklüğe hakaret ettiğini iddia ettiler. Bunu gazetelerinde çarşaf çarşaf yazıp ciddi makaleler döşediler. O makaleler aslında “kırmızı pazartesiye” giden yolun taşlarını döşemek içinmiş, ne yazık ki biz onların bu kadar ileri gideceklerini düşünememişiz. “Sabiha Gökçen haberi” ile de kalemini kırmışlar Hrant’ın. Gene de her şeye rağmen, Hrant kazandı. Ektiği tohumlar cenazesinde filizlendi, yüzbinlerce insan biraraya gelip “Hepimiz Hrant’ız Hepimiz Ermeniyiz” diye haykırdı. Belki de birçoğu ilk kez ötekinin cızaretlerini giyip baktı dünyaya… Türkiye’de “ses çıkaran bir Ermeni olmanın” ne demek olduğun düşündü. Osmanbey-Pangaltı kaldırımı, her 19 Ocak’ta olduğu gibi yine Hrant’ı anmaya giden insanlarla dolacak. Bir tek 19 Ocak’ta, saat üç sularında, siyahlara bürünmüş insanlarla dolunca güzel gözüküyor bana o kaldırım. Sonra, meşum olayı hatırlıyorum. Ve, o kaldırımlardan gene nefret ediyorum.