Seçmenlerin iki farklı yönelimde gruplaştığı bu seçimde gerçekte kazanan ya da kaybeden yok. Aynı ülkenin insanları ya beraber kaybeder ya da beraber kazanır.
28 Mayıs, artık sadece Türkiye’nin 13. Cumhurbaşkanı’nın seçileceği bir seçim değil; herkesin kendi geleceğini nerede görüyorsa, ona göre tercih yapacağı bir referandum.
Türkiye’nin seçmenlerinin, geleceği için kendine biçtiği yeri belirlemek için kendine göre sebepleri var. Örneğin, Sinan Oğan da geleceğini görmek istediği yer için “referandum”da oyunu ilk kullananlardan oldu. Oğan, geleceğini Recep Tayyip Erdoğan’ın “prensi” olmak yönünde tayin etti: ancak, hayaller “prenslik”, gerçeklerse “eleman” olmak. Numan Kurtulmuş ve Süleyman Soylu gibi, Erdoğan için ideolojik çizgisini değiştiren “has elemanlardan” biri olabilecek mi göreceğiz.
ATA İttifakı, her ne kadar Sinan Oğan’ın tercihiyle noktalansa da Ümit Özdağ ve lideri olduğu Zafer Partisi, Adalet Partisi ve lideri Vecdet Öz de referandum da tercihlerini erken kullananlar oldular.
Ve ironik biçimde, Yeşiller ve Sol Partisi/HDP ile 2395 gündür parmaklıklar ardındaki eski eş başkanı Selahattin Demirtaş da…
Siyasetin nefes alıp vermeye devam edeceği, hukukun üstünlüğünün ve yargı bağımsızlığının mümkün olabileceği bir Türkiye’den yana yaptılar seçimlerini. İdeolojik olarak ve diğer hiçbir bakımdan yakın durmuyorlar ve durmayacaklar da fakat-seçilmiş yerel yönetimlere kayyum atanmasının da ancak ve ancak kesinleşmiş yargı kararı ile gerçekleşebileceği “hukukun üstünlüğü” noktasına gelinmiş oldu.
Bu bir seçim değil, referandum. Sinan Oğan oyunu ilk kullananlardan biri oldu. Geleceğini Erdoğan’ın prensi olmak yolunda tayin etti. Ancak hayaller prenslik, gerçeklerse “eleman” olmak.
“İKİ TÜRKİYE GERÇEKLİĞİ”
Fuat Keyman’ın yıllardır savunduğu, “İki Türkiye” tezi; 14 Mayıs ve 28 Mayıs seçimlerinin hikâyesini ve dinamiklerini en iyi anlatan yaklaşımlardan biri oldu. Keyman’ın, 2021’de Politik Yol’da yayınlanan bir yazısından alıntılarsak:
“Bir tarafta, aşırı kalkınmacı; lidere mutlak sadakat üzerinden kurulan; devlet bekasını ve güvenliğini demokrasi, ekonomi, iklime öncelleyen; yürütme gücünü yasama ve yargıya karşı merkezi konuma koyan; yönetimde denge ve denetlemeyi sevmeyen; yerel yönetimlere ve sivil toplum yaklaşımında kapsayıcı olmayan; kamusal ya da özel, görsel ya da yazılı yerleşik medya alanında hangi konuların ve kimlerin konuşup konuşmayacağına kendisi karar vermek isteyen; ve vatandaşları makbul vatandaşlar ve ötekileri olarak ayıran egemen siyasetin seslendirdiği bir Türkiye var.
Buna karşın: hakları yenmiş, yaşamlarına müdahale edilmiş, özgürlükleri kısıtlanmış, şiddete maruz kalmış, güçsüzleştirilmiş, iktidar ve güçlü olanlar tarafından dinlenmeyen, görülmeyen, varlıkları hissedilmeyen, iş-aş-temel ihtiyaçlar için büyük mücadele veren çalışanların, emekçilerin, en genelinde halkımızın, insanlarımızın ve onların sorunlarının, trajedilerinin ve yaşam kavgalarının oluşturduğu bir öteki, ikinci Türkiye gerçekliği var. Ki bu gerçekliğe büyük risk altındaki doğayı, tabiatı, çevreyi, tüm canlıları eklemeliyiz.”
Referandumlaşan 14. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de “iki Türkiye’nin” oylaması gerçekleşmiş olacak. Ancak şuna dikkat çekmek gerek: aynı ülkenin seçmenlerinin iki farklı yönelimde gruplaştığı bu seçimde gerçekte kazanan ya da kaybeden yok. Aynı ülkenin insanları ya beraber kaybeder ya da beraber kazanır. Eşitsizlikler, adaletsizlikler, yolsuzluklar ve otoriterliğin marifetiyle, bir taraf kazandığını zannetse ve bu algıyı empoze etse de son kertede ülke beraberce batıyor. İki Türkiye’nin seçmenlerinin bir tarafı, ülkenin “lidere mutlak sadakate mecbur kılınmasını” gönüllü biçimde yeğlese de onlar da kaybetmiş olacaklar.
Keyman, şöyle yazmıştı:
“İki Türkiye arasındaki makas giderek açılıyor… Ama aynı zamanda, İki Türkiye arasında açılan makas Türkiye’nin geleceğinin kurulacağı alan olma potansiyelini de taşıyor.”
Açılan makas arasındaki “şeytan üçgeni” aynı zamanda, iki Türkiye’nin ortak geleceğinin kısa veya uzun vadede savruluşlarla “kaybedildiği” bir sisli puslu, tuzaklarla dolu bir alana da dönüşebilir.
Polikriz çağında; dünya genelinde çok alanda birçok krizin yaşandığı bir dönemdeyiz: Türkiye’nin de bazıları dünyanın farklı yerleriyle ortak, bazıları ise kendine özgü “krizleşmiş” meselelere sahip olduğu bir dönemi. Türkiye’nin kendi “Polikriz” sarmalından, bir an önce sorunlarını mümkün olan en geniş tabanın politik çabalarıyla çözerek çıkması-en azından bu yönde çabalamaya başlaması gerekiyor.
28 Mayıs da krizlerin katlanarak arttığı ve büyüdüğü bir dünyada, Türkiye’nin kendi krizlerini de büyütüp arttırarak mı; yoksa çözmeye çalışarak mı ilerleyeceğinin referandumu.
Ve tabii, “İki Türkiye”nin aslında, ortak sorunlara sahip tek bir ülke olduğunu, derin bir uyuşma ve uyku döneminden sonra hatırlayıp hatırlamaya başlamayacağının seçimi…
Nasılsa, “çözme” ve “hatırlama” zamanı gelecek-yol yakınken mi, yoksa yol iyice çatallaşıp zorlaştıktan sonra mı?
Nasılsa, “çözme” ve “hatırlama” zamanı gelecek-yol yakınken mi, yoksa yol iyice çatallaşıp zorlaştıktan sonra mı?
Fuat Keyman’ın yazısı için:
https://www.politikyol.com/uc-kriz-iki-turkiye/
Bir not olarak; bu hafta “yükselen milliyetçilik dalgası” tartışmasından bahsettiğim yazıda bahsettiğim saha çalışmalarımızın erken örneklerinden birini 2017-2018’de gerçekleştirmiştik.
Center for American Progress’ten Michael Werz, Alan Makovsky ve John Halpin
’in İngilzce analizini kaleme aldığı bu araştırmanın raporu için:
https://www.americanprogress.org/article/turkey-experiencing-new-nationalism/
Benim bu ve içinde yer aldığım diğer araştırmalardan hareketle bu hafta yazdığım yazı: https://www.politikyol.com/milliyetcilik-dalgasi/