Fransa’daki son olayların 1983 ve 2005’le hatta 1961’le güçlü bir zihinsel bağ kurmadığını söylemek mümkün değil, zira hafıza da tıpkı organik bir canlı olarak toplumda varlığını sürdürmektedir.
Demokrasinin hep halkın tercihlerini siyasi karar mekanizmalarına yansıtan bir yönetim şekli olduğuna inanırız. Gerçekten demokrasiler halkın tercihlerini olduğu gibi yansıtıyorsa bunun başta halkın yaptığı yanlış tercihlerin maliyetlerine katlanmak, sonuçlarından etkilenmek ve başkalarını da etkilemek gibi çok ciddi bir takım sonuçları olacaktır.
Bu tercihler, bazen yaşadığımız anı değil, sonraki kuşakları da etkileyebilir. Hatta daha çok böyle olur, sonra gelenler bir önceki kuşağın hatalı karar ve tercihlerinin bedelini öderler. Hayatın dinamizmi ve devamlılığı, genelde yanlış kararların getirdiği yük ve travmanın ağır sonuçlarının sonraki kuşaklara aktarılmasını beraberinde getirir. Bizim Suriyeli göçmenler nedeniyle yaşadığımız sorunların büyük bir bölümü, sona yaklaşan Suriye iç savaşına karşı toplumsal tutumuzla doğru orantılıdır. Türkiye’de halk, Suriye’ye müdahale etmekte bir beis görmeyen ve ülkenin içinin karışmasında önemli bir rol oynayan AKP yönetimini tekrar tekrar iktidara getirmiştir. Muhalefet ise etkisiz ve yetersiz kalmış, AKP yönetiminin hegemonik ve yayılmacı politikalarının önüne geçme noktasında başarılı olamamıştır.
Dolayısıyla göçmen politikalarının geldiği nokta itibarıyla eleştirilmeyi hak eden taraf önce iktidar sonra da toplumdur. Muhalefet ve toplum olarak savaş politikalarına yeterince karşı çıkmadık, AKP’nin bölgeyi terörize eden karar mekanizmalarına müdahale edemedik. Hâlbuki Irak işgalinden önce ve sonrasında birçok Avrupa başkentinde milyonlarca insan yürümüş, Irak işgalini telin etmişti. Aynı kararlılığı Türkiye’de göremedik. O yüzden savaş politikalarına yüksek sesle itiraz etmeyen herkes Suriye’de iç savaşta yaşananlardan ve bunu sonuçlarından bir şekilde sorumludur.
Bu sorumluluğu kabul edelim ya da etmeyelim, doğal yasalar işliyor ve iç savaşı dayatan Batılı güçler de onların çıkar ya da talimatları doğrultusunda hareket eden Türkiye gibi ülkeler de (belki de en çok Türkiye) bunun bedelini ödüyor zaten. Hayat böyledir, sizin sorumluluk kabul etmemeniz bir şey değiştirmez, bir şekilde o maliyeti size ödetir öyle ya da böyle…
Aynı şey Fransa’da yaşananlar için de geçerli... Fransa’da yaşanan son olaylar bir taraftan Paris’in sömürgeci tarihini bizlere bir kez daha hatırlatırken öte yandan da son dönemde göçmenlere karşı yapılan hataları, izlenen yanlış politikaları gözler önüne serdi. 70’li yıllara kadar uzanan göçmen karşıtı ve sertlik yanlısı politikaların ülkeyi ne hâle getirdiğini son olaylarda yakından gördük. Sömürgeci geçmiş ve göçmen karşıtı politikalar dikkate alınmadan Paris banliyölerinde patlak veren şiddet olaylarını doğru bir okumaya tabi tutmamız pek mümkün görünmüyor. Fransızlar ise devletlerinin 1830’da başlayan sömürgeci siyasetine karşı, yıllar boyu sesini yükseltmediği gibi, toplumun büyük bir bölümü bu kolonizasyon siyasetine açık destek verdi.
Bilindiği gibi 19. yüzyılın başlarında başlayan sonlarına doğru hızlanan sömürgecilik, Avrupa güçleri arasında bir yarışa dönüşmüştü. Fransa Cezayir'i 1830'da işgal etti ve bu, Fransa'nın Afrika'da genişlemesi için bir sıçrama tahtası işlevi gördü. Kongo, Fildişi Sahili, Gabon, Mali, Nijer ve Senegal dâhil olmak üzere birçok Afrika toprakları Fransız ordusu tarafından ele geçirildi. Paris yönetimi, 20. yüzyılın ilk yarısında sömürge imparatorluğunu sağlamlaştırdı ve genişletti.
Fransa'da sömürgeciliğe karşı entelektüel muhalefet 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında önemli ölçüde ortaya çıkmaya başlamıştır. Jean-Paul Sartre ve Albert Camus gibi entelektüeller sömürgeciliğin adaletsizliklerine karşı kapsamlı yazılar yazdılar.
Ancak, II. Dünya Savaşı'nın ardından, sömürgelerdeki milliyetçi hareketler güçlendi ve bağımsızlık talepleri arttı. 1950'lerden sonra çoğu Afrika sömürgesini Fransa’dan bağımsızlığına kavuştu. Ancak Cezayir'in bağımsızlığını kazanması oldukça kanlı bir sürecin sonunda gerçekleşti. Sömürge sonrası dönemde, Fransa-Afrika ilişkileri çeşitli biçimlerde devam etti. Fransa, eski sömürgeleri üzerinde ekonomik ve politik hegemonya kurdu ve bunu sürdürmek için elinden geleni yaptı. Ancak bu süreç, "neo-sömürgecilik" eleştirilerine yol açtı.
Elbette Fransa içerisinde sömürge karşıtı hareket, Paris yönetiminin politikalarını sert bir dille eleştirmekle kalmıyor, ülke çapında eylemlilikler ortaya koyuyor ve gösteriler düzenliyordu. Fransa'da sömürgeciliğe karşı entelektüel muhalefet 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında önemli ölçüde ortaya çıkmaya başlamıştır. Jean-Paul Sartre ve Albert Camus gibi entelektüeller sömürgeciliğin adaletsizliklerine karşı kapsamlı yazılar yazdılar. Martinik'ten Aimé Césaire ve Senegal'den Léopold Sédar Senghor gibi frankofon entelektüeller tarafından başlatılan Négritude hareketi, sömürgeci ırkçılığı eleştirmiş ve Afrika kültürünü ve kimliğini yüceltmiştir. Siyasi aktivizm sömürge karşıtı harekette önemli bir rol oynamıştır.
1920'de kurulan Fransız Komünist Partisi bu aktivizmin ön saflarında yer aldı. Komünist Parti, dekolonizasyonu ve sömürge tebaasının haklarını destekledi. 1930'larda Léon Blum liderliğindeki Halk Cephesi hükümeti sömürge politikasında mütevazı reformlar uygulamaya başladı, ancak bunlar tam sömürgesizleştirme için yetersiz kaldı.
Fransa'daki sömürge karşıtı mücadele Cezayir Bağımsızlık Savaşı (1954-1962) ile doruk noktasına ulaştı. Acımasız çatışmalara sahne olan bu savaş, Fransız toplumunda sömürgecilik ve dekolonizasyon konularını keskin bir şekilde gündeme getirdi. Savaşın Fransa'da derin sosyal ve siyasi etkileri olmuş, Dördüncü Cumhuriyet'in çökmesine ve Charles de Gaulle'ün Beşinci Cumhuriyeti'nin yükselmesine yol açmıştır.
Nitekim bütün bu gelişmeler sonucunda De Gaulle, 1962'de Cezayir'in bağımsızlık hakkını kabul etmek zorunda kalmıştır. Ancak bütün bunlara rağmen Fransız halkının önemli bir bölümü Cezayir’i Fransa’nın bir parçası olarak görmüş ve sömürgeciliği desteklemiştir. Bu yüzden Fransızlar halen sömürgecilik döneminden kalma politikaların yanı sıra post kolonyal dönemde sürdürülen göçmen karşıtı politikaların sıkıntılarını yaşamaya devam etmektedir.
Fransa’da göçmen sorununa gelince ilk kez bu konu, 1973 yılında Fransa'nın Marsilya bölgesinde, bir otobüs şoförünün öldürülmesi sonrasında Fransız kamuoyunun gündemine gelmiş ve ardından yaşanan saldırılarda saldırıyı gerçekleştiren Cezayirlinin akli dengesinin olmadığı resmi otoriteler tarafından tescil edilip dava düşürülmesine rağmen beş gün içinde altı Arap göçmen, Fransız ırkçıları ve göçmen karşıtları tarafından öldürülmüştür. Bu gelişmelerin ardından olaylar büyümüş ve üç ay süren olaylarda 50'den fazla kişi yaralanmış ve 17 kişi öldürülmüştür. Göçmenlerin evleri ve işyerleri saldırıya uğramıştır.
Bu aktardığımız ‘73 olayları dışında çok fazla olay yaşanmış olmakla birlikte Fransa’da göçmenlerle ilgi belirli başlı dönüm noktalarını şu şekilde sıralamak mümkündür:
1961 Paris Katliamı: Cezayir Bağımsızlık Savaşı sırasında, Paris'te Cezayirli göçmenler tarafından düzenlenen barışçıl bir protesto Fransız polisi tarafından acımasızca bastırıldı. Kayıpların kesin sayısı tartışmalıdır, ancak düzinelerce ila muhtemelen 200'den fazla Cezayirlinin öldürüldüğü tahmin edilmektedir.
1983 Eşitlik ve Irkçılığa Karşı Yürüyüş: Bu olay bir saldırıdan ziyade Fransa'da göçmenlere, özellikle de Kuzey Afrika'dan gelenlere yönelik bir dizi şiddet olayına verilen bir tepkiydi. Yürüyüş, Fas kökenli genç bir adama yönelik şiddetli bir saldırıya tepki olarak başladı. Paris'te kitlesel bir gösteriyle sonuçlandı ve Fransa'da ırkçılığa karşı mücadelede önemli bir momentum olarak görülmektedir.
2005 Fransız Ayaklanmaları: Bu ayaklanmalar Paris'in Clichy-sous-Bois banliyösünde göçmen kökenli iki genç çocuğun polisten saklanırken ölmesinin ardından patlak verdi. Sosyal ve ekonomik dışlanmaya karşı duyulan hayal kırıklığının körüklediği isyanlar Fransa'nın diğer banliyölerine ve şehirlerine de yayıldı. Başlı başına bir saldırı olmasa da bu olaylar Fransa'da göçü çevreleyen sosyal gerilimleri vurgulamaktadır.
Ayaklanmalar Fransa'da (ve genel olarak Batı toplumlarında) yerleşik olan ve genellikle göçmen toplulukları ve banliyölerde yaşayanları etkileyen sistemik eşitsizliklerin bir sonucudur.
İşin toplumsal ve mekânsal boyutuna gelirsek, Fransa'da, özellikle de Paris'te göçmen konutları ve bununla bağlantılı "banliyöler" önemli bir tartışma konusu olmuştur. İkinci Dünya Savaşı'nın ardından Fransa, ülkeyi yeniden inşa etmeye yardımcı olmak için gelen çok sayıda göçmen de dahil olmak üzere hızla artan bir nüfusu barındırmaya ihtiyaç duydu. Konut sıkıntısını gidermek için, Paris gibi şehirlerin dış mahallelerinde "HLM" (Habitation à Loyer Modéré=düşük kiralı konut) olarak bilinen büyük ölçekli toplu konut projeleri inşa edildi. Bu gelişmeler başlangıçta konut sorununa modern bir çözüm olarak görülmüş, ancak zamanla sosyal ve ekonomik dışlanma ile eş anlamlı hâle gelmiştir.
Bazı araştırmacılar, göçmenlerin bu bölgelerde yoğunlaşmasının, göçmenleri ayırmaya yönelik kasıtlı bir politikanın sonucu olmadığını, daha ziyade sosyal ve ekonomik faktörlerin bir yan ürünü olduğunu savunmaktadır. Örneğin, göçmenler, özellikle de Kuzey Afrika'dan gelenler, genellikle daha düşük gelire sahipti ve ev sahibi olmak yerine kiracı olma olasılıkları daha yüksekti, bu da onları toplu konutlarda yaşama olasılığını artırıyordu.
Bununla birlikte, ayrımcılık ve sosyal politika unsurları da söz konusuydu. Daha varlıklı bölgelerdeki bazı ev sahipleri göçmenlere kira vermeyi reddetti ve yetkililerin göçmenleri belirli mahallelere veya konut projelerine yerleştirdiği durumlar oldu. Zamanla bu mahalleler damgalanmış ve kamu yatırımları ve kentsel gelişim açısından genellikle ihmal edilmiş, sosyal ve ekonomik sorunları daha da kötüleştirmiştir.
Son yıllarda, "banliyöler" ile ilgili sorunların farkına varılmış ve kentsel yenileme projeleri ve sosyal entegrasyonu teşvik etmeyi amaçlayan girişimler de dahil olmak üzere bu sorunları ele almak için çaba sarf edilmiştir. Ancak bu sorunlar önemli bir sorun olmaya devam etmektedir.
Bu olaylar merkezi ve periferi bölgeler arasındaki sürekli gerilim ve eşitsizliklerin bir sonucu olarak ortaya çıkmış olaylardır. Ekonomik olarak marjinalleşmiş ve genellikle Kuzey Afrika'dan gelen göçmen ailelerin yaşadığı banliyölerde gerçekleşmesi, ekonomik olarak marjinalleşmiş, sosyal hizmetlerden yoksun ve genellikle istihdam olanakları ve eğitim fırsatları açısından sınırlıdır. Ayaklanmalar Fransa'da (ve genel olarak Batı toplumlarında) yerleşik olan ve genellikle göçmen toplulukları ve banliyölerde yaşayanları etkileyen sistemik eşitsizliklerin bir sonucudur. Bu tür olayların daha geniş global ekonomik ve politik yapılarla yakından bağlantılı olduğunu görmek ve genellikle bu yapıların marjinalleştirdiği ve sömürdüğü toplulukları etkilediğini hatırlamak gerekir...
Fransız banliyöleri ve şehrin çeperlerindeki şiddet olaylarının gerek Fransız sömürgeciliği ve bunun Afrika’daki sömürgelerini periferleştirmesiyle olan bağlantısını kurmadan açıklama çabası, göstericilerin kamu mallarına zarar vermesi, aşırı şiddet kullanmaları, sahip oldukları hakları istismar etmeleri gibi olaylar üzerinden yapılan açıklamalar tarzında hep yetersiz kalacaktır. Unutmayalım ki her olay mutlaka tarihle bir şekilde bağlantı kurar ve toplumsal hafıza her zaman canlıdır. Fransa’daki son olayların 1983 ve 2005’le hatta 1961’le güçlü bir zihinsel bağ kurmadığını söylemek mümkün değil, zira hafıza da tıpkı organik bir canlı olarak toplumda varlığını sürdürmektedir.