İktidar tarafından uygulanan şiddetin ve baskının büyük bölümü aslında sıradan vatandaşlara uygulanıyor. Çiftçiden üniversite öğrencisine, kadınlara ve esnafa sıradan vatandaşlar rutin olarak eziliyor ve en temel anayasal hakları çiğneniyor. Sedef Kabaş ve Sezen Aksu.. Birbirinden siyaset ve hayat görüşü olarak oldukça farklı iki kadına iktidar gücüyle yapılan siyasal saldırı. Uygulanan siyasal şiddet (zorbalık). Neden? Bu tür şiddet Türkiye’de çok sıradanlaştı, yeni değil elbette, ama farklı siyasal sonuçları da var, buna geleceğim. Ama önce olanı olduğu gibi görelim ve adlandıralım. Neden “siyasal şiddet”? Evet siyasal saldırı ve şiddet.. Başka bir şeyle ilgisi varmış gibi bir an bile kafaları bulandırmaya gerek yok.  Çünkü herkes için geçerli bir yasaya ve bağımsız bir yargı tarafından saptanacak herhangi bir “suç”a dayanmayan hiçbir zor kullanımı ve şiddet başka bir şey olamaz. Yani meşru ve hukuki zor kullanımı olamaz. Uygulayanların ünformalı, cübbeli, makam arabalı, seçilmiş veya atanmış devlet görevliler olması hiçbir şeyi değiştirmez. Beş yıl önce yazılmış ve beş yıl boyunca söylenmiş ve bir suç oluşturmamış bir şarkı sözü durup dururken (muhtemelen maaşları halkın ödediği, ismi konulmuş veya konulmamış “vergilerle[1] ödenen) birileri tarafından neden didiklenir? Yeni bir yasa filan çıktı da haberimiz mi olmadı? Tabii değişen yasa filan yok, değişen şey siyasal iktidarın siyasal öncelikleri ve amaçları. Peki icracısına yani Aksu’ya devlet gücü kullanılarak uygulanan siyasal şiddet hangi yasal suç unsuruna dayanabilir? Tam tersine, Erdoğan’ın kullandığı “dili uzanamaz” ve “yeri geldiğinde” (siyasal koşullara göre mi?) “dilini koparmak görevimizdir” demek yürütme eliyle olmayan bir yasa yapmak olarak değerlendirilebilir. Ve hem devleti hem de siyasal iktidarı (hükümet) yöneten bir kişi gene büyük ölçüde devletin finanse ettiği bir camide ve devlet görevlisi imamın yanında bunu söylerse elbette bu bir zor kullanma tehdidi içeriyor.[2] Ve hem söylenen hem de söylenen yer anayasanın laiklik ilkesine açıkça aykırı. Peki ya Sedef Kabaş? Kullandığı atasözünü o bağlamda şık veya yakışıksız, az ve çok, ölçülü veya ölçüsüz, öfkeli veya temkinli, doğru veya yanlış bulmak kişinin siyasal tercihine göre değişebilir. Her şeyden önce de iddialarınn doğruluğuna göre değişir. Yargının bağımsız ve tarafsız olmadığı ve demokrasinin askıya alınmış olduğu bir bağlamda bu sözler doğru bir siyasal eylem mi teşkil ediyor  buna katılanlar da olur katılmayanlar da. Siyasal/toplumsal sorumluluğu kendisine aittir. Herkes için geçerli[3] TCK’nın 125. Maddesine göre hakaret unsuru içerip içermediğine karar vermek ise bağımsız, tarafsız ve yetkin (işinin ehli ve meslek etiğine bağlı) yargının görevi. Normal yollardan açılan kişisel bir hakaret davası hukuki olabilir. Böyle bir mahkumiyet olmadığı sürece Kabaş’ın sözleri anayasal ifade özgürlüğü kapsamında siyasal bir eylem. Ama özgür bir insanı sabaha karşı maaşları halk tarafından ödenen güvenlik güçleri eliyle göz altına alırsanız (yani daha o andan itibaren cezalandırırsanız), tutuklarsanız; kamu (halka ait) bankalarından siyasal güç kullanarak verilmiş kredilerle satın alınmış medya organlarında kendisine hiçbir söz hakkı tanımadan yargılarsanız ve sayısız hakarete tabi tutarsanız: bu devlet eliyle gayrımeşru şiddet uygulamaktır. İşin medyayla ilgili boyutu aslında muhalif ve görece bağımsız medya için de kısmen geçerli. Bence bağımsız medyanın yapacağı hem etik hem de siyaseten doğru çizgi demokrasiye geçildikten sonra Türkşye’de olması gereken medyanın örneklerini vermek olabilir. Ama bunu başka bir yazıya bırakalım. Peki bu siyasal şiddet neden uygulanıyor? Her siyasal eylem bir sonuca varmak, belli çıkarları korumak için yapılır. Siyasal şiddet de böyle. İktidar tarafından uygulanan şiddetin ve baskının büyük bölümü aslında sıradan vatandaşlara uygulanıyor. Çiftçiden üniversite öğrencisine, kadınlara ve esnafa sıradan vatandaşlar rutin olarak eziliyor ve en temel anayasal hakları çiğneniyor. Çünkü iktidar politikalarıyla bu kesimlerden aldıklarını göz göre başkalarına veriyor, kurduğu siyasal ilişkiler nedeniyle bunu yapmak durumunda, ve bunun toplumsal sonuçlarından korkuyor. Bu politikaların gündem değiştirmek, kutuplaştırma, kendi destekçilerine aba altında sopa gösterme.  laik cumhuriyete karşı özel çıkar gruplarının hedeflerini gerçekleştirmek gibi boyutları da var. Ama bu politikalar artık istediği sonuçları da vermiyor. İktidar sürekli olarak siyasal destek ve zemin kaybediyor   Toplumsal ve siyasal muhalefet de azalmıyor, sinmiyor. Tersine artıyor.[4] İktidarın kendi tabanında da çoğu sessiz de olsa “bu kadar da olmaz diyenler” artıyor. Aksu ve Kabaş’a yapılanları toplumun büyük kesimi ne kadar biliyor veya takip ediyor ondan da o kadar emin değilim. İnsanlar geçim hatta ısınma derdinde. Gündem değiştirme, kutuplaştırma gibi politikalar bir “kamuoyu” gerektiriyor. Türkiye’de toplumun büyük kesiminin bir şeylerden aynı anda haberdar olduğu ve konuştuğu alan anlamında kamuoyu: kısmen teknolojik gelişmelerin etkisiyle, ama daha çok otoriterleşme politikalarıyla bilinçli olarak ortadan kaldırıldı. Bunun yerine çoğu dezenformasyona ve manipülsyona son derece açık birbirinden oldukça habersiz ya da çarpık şekilde haberli çok sayıda kamuoyu yani yankı odası ortaya çıktı. Peki o zaman bu şiddet iktidara ne zaman ve nasıl bir yarar sağlayabilir? Evrensel otoriter akla tıpa tıp uyan bu hukuksuzluklar muhalefeti sindirerek değil (zaten sindirmiyor) bölerek etkili oluyor. Toplumsal ve siyasal muhalefet içindeki ve arasındaki çekişmeleri, farklı siyaset tarzlarını, geçmiş hesap ve yankı odalarını kaşıyıp ifşa edebildiği oranda başarılı oluyor. Bu sayede, hızla son elli yıldır Arap ülkelerinin geleceğini karartmış otoriter rejimlerin yolundan ilerlemekte olan, ama onlara göre çok daha etkili ve sofistike dezenformasyon ve rıza üretme teknikleriyle donanmış kötü yönetim devam ediyor. Peki Çözüm Hangi Siyaset? Buna karşı ekonomiyi de, laikliği de, demokrasiyi de, hukuku da, herkesin farklı kimliğini, inancını, hayat tarzını ve insan hakkını da koruyacak ve kurtaracak siyaset belli: Mağduruna bakmadan her hukuksuzluğa ortak, ilkesel ve ama’sız bir şekilde karşı çıkmak. Siyasetini eleştiriyorum ama hakkına ve hukukuna ortak değerler adına sahip çıkıyorum diyebilmek. Aslında çok zor değil, Türkçenin güzel bir terimi olduğunu düşündüğüm “vatandaşlık” hukuku tam da böyle bir şey olmalı. Muhalefet içi hesapları ve ayrılıkları unutmamak ama demokrasiye geçişi önceleyebilmek. Geçmiş hesapları demokrasi içinde yani sözle, hukukla, çuvaldızı kendimize de batırarak ve halkın hakemliğinde sormak. Önümüzdeki dönem hem sivil toplum hem muhalefet partilerinde bu anlayışın ve liderliğin öne çıkmasının en önemli mesele olduğunu düşünüyorum. Hukuksuzluklara hemen, mağdurundan bağımsız, amasız ve beraber karşı çıkmak için muhalefet ittifaklarının sürekli bir ortak mekanizması olmalı. O zaman bu ilkesel duruş tek tek hiçbir partinin aleyhine kullanıamaz ve topluma güven verir. Ortak aday tartışması da bu eksende yapılmalı, bu siyaseti inandırıcı bir şekilde sergileyen, örgütleyen ve liderliğini yapan, tabanı ikna eden ve kazanabilecek aday belirlenmeli. Aynı şey sivil toplum için de geçerli. Bu anlayışı sergileyenler desteklenmeli, öne çıkmalı. Bu konuda medya ve sivil toplum kanaat önderlerinin tavrının da çok önemli olduğunu düşünüyorum. Volatire’in şu sözü ünlü: Fikirlerinizden nefret ediyorum ama onları savunabilmeniz için hayatımı feda etmeye hazırım. Ama bu sözlerden sonra Fransa’nın demokrasiye kavuşması yüz elli seneyi aşkın bir zaman aldı. Demokrasi hareketleri yanında vatandaşın vatandaşa gıybetinden ve rövanşizminden beslenen popülizm, diktatörlük, imparatorluk, faşizm, farklılıklara tahammülsüz ve radikal cumhuriyet dönemleri, Dreyfus olayları birbirini izledi. Yani bu tür bir uzlaşma dünyanın hiçbir yerinde kolay olmuyor ve sürekli bir mücadele ve fedakârlık istiyor. Nitekim Fransa’da demokrasi bugün de zor bir dönemden geçiyor. Nedenlerinden biri de sol içindeki kişisel çekişmeler ve birbiriyle rekabet eden adaylar. Kişilerin öne çıkmasının nedeni de Fransa’nın – ve dünyanın – temel sorunlardaki tıkanmışlıklara net, somut ve yeni alternatif çözümler üretememiş olmak olabilir. Yaşadıklarımız ne kadar acı ve bunaltıcı olursa olsun çok evrensel. Türkiye’de bardağın boş ve dolu kısımlarını görüp yeni bir sistem ve gelecek yaratmak zorundayız. [1] Örneğin halka ait kamu bankalarını siyasal kriterlerle dağıtmak veya herkesçe bilinen ve öngörülebilir sonuçları olan kararlarla yani taksirli şekilde bir gecede halkın bir kesiminden diğerine servet aktarımı yapmak veya enflasyon yaratmak da sonuçta bir vergidir. Halkın cebindekini ha KDV’yi artırarak almışsınız ha bu şekilde, sonuç aynıdır. [2] Hukuken de herhalde en hafifinden, öngörülebilir şekilde yani basit veya biinçli taksirle suça teşvik olduğu söylenebilir? [3] Ama evrensel hukuğa göre devlet görevlileri ve kamusal şahsiyetler söz konusu olduğunda daha geniş değerlendirilmesi de gereken. [4] Bu, Türkiye’de askıya alınmış olan demokratik rejimin en önemli dayanağı ve umudu. Murat Somer, “Siyasal Rejim Nedir Ne Değildir?: Kavram Karmaşası Kademeli Otokratikleşmenin İçsel Bir Mekanizması Olabilir mi?”, Toplum ve Bilim 158: 6-26 (2021).