Bir cumartesi sabahı güneş daha aydınlatmadan portakal bahçelerini, açık bıraktığı balkon kapısından dolan kuş sesleriyle kalkmıştı yatağından.
Mutfağa geçti önce, beş tane yumurta haşladı. İlk olarak bir bardak ılık süt içti, ardından haşladığı yumurtalardan üçünü doğru dürüst çiğnemeden yuttu. Hemen peşinden tansiyon ilacını içti, arta kalan iki yumurtayı da yanına aldı.
Dışarı çıktı, adına garaj denilen ahırdan bozma kapısız yerde kilitli halde duran bisikletine bir göz attı, her şey yolundaydı. Müthiş bir heyecanla çarpıyordu yüreği. Bir saat sonra yeni tanıştığı ama pek de samimi olmadığı bir grup insanla birlikte bisiklet turuna çıkacaktı.
Büyükçe bir kısmı çocuğu yaşındaki gençlerden ve oldukça iddialı bisikletçilerden oluşan gruplarla da tura çıkmış, kimse ona bir şey dememişse de, başına bela olan kiloları ve yerlerde sürünen performansı yüzünden herkese madara olmuştu.
Bu grup ise orta yaş ve üzeri insanlardan oluşuyordu. Arada bir genç insanlar da oluyordu grupta ama büyüklerine saygısızlık olmasın diye pek de hızlı gitmiyor, gruba ayak uydurmayı tercih ediyorlardı.
Bisikletinin ışıklarını yaktı, sabah serinliğinde Ağla yolundan buluşma yerine doğru rampa aşağı yavaşça inmeye başladı. Yolun her iki tarafındaki portakal, nar ve zeytin ağaçlarını geçtikten sonra sağdaki çamlığın olduğu yerden karşıya geçip ana yola çıktı.
Anayolla birlikte içine çekmekten büyük bir haz duyduğu mis gibi hava, yerini egzoz dumanlarına bırakmıştı. Biraz hızını artırdı, Otogar Kavşağından göle doğru sola kıvrılınca beş yüz metre aşağıda sağdaydı buluşma yeri. Hemen bitişiğinde eskiden kalma bir simit/poğaça fırını vardı. Ürünleri çok kaliteli sayılmasa da hem lezzetli hem de uygun fiyatlıydı.
“Günaydın Osman Abi” dedi yeni tanıştığı hafif tombul Beyefendi. Adı Durmuş’tu, “istersen gel bisikletinin lastik havalarına birlikte bakalım”. Bir başka “günaydın” sesi daha duydu sağ taraftan, emekli fizik öğretmeni Selçuk Abiydi bu, daha önceden tanıyordu onu “günaydın hocam” diye cevap verdi.
Adı yerine lakabıyla tanınan zeki bakışlı, asık suratlı ama güzel yürekli olduğu her halinden belli olan biri “hoş geldin arkadaş ben Atilla” dedi. Lakabı “Çakır Efe”ydi. Elinde simit dolu bir poşetle karşıdan gelen güler yüzlü, hafif kambur Beyefendiyse İlhan Bey. Görünüşü itibarıyla insana huzur veriyordu. Çok mütevazı ve hâzâ Beyefendi bir adamdı.
Aykut adında çocuk sayılacak yaşta çok genç bir delikanlı vardı aralarında, herkese “Abi, Amca” diye hitap ediyor, tur öncesinde yapılacak bir şey var mı diye sorup, sağa sola koşuşturuyordu. Bir de İbrahim Bey vardı, uzun boylu kibar bir adamdı. Biraz garip bir şivesi vardı onun, galiba uzun süre Almanya'da yaşadığındandı.
Hazırlıklar tamamlanmış olmalı ki, bir hareketlenme başladı grupta. Adı Durmuş olan bey “risk almadan hep birlikte süreceğiz” dedi. Fazlaca hız yapıp öne çıkmayacak, geride de kalmamaya çalışacaktık. “Osman Abi aramıza yeni katıldı” dedi, “onun hızına uyum sağlamaya çalışmak en iyisi”.
Bu sözlerden mutlu olması gerekirken birden endişeye kapıldı, ya yine gidemezse! Yavaş yavaş yola çıktılar, onunla Durmuş Bey ilgileniyordu, Selçuk Abi, İlhan Bey ve Çakır Efe gülümseyen yüzleriyle birkaç metre arkalarındaydı. İbrahim Bey, Aykut’la birlikte biraz önden ve süratli gidiyordu.
Tur başlar başlamaz bir müzik sesi kapladı ortalığı. Ne rahatsız edecek kadar yüksekti, ne de duyul(a)mayacak kadar az! Sabah keyfine keyif katacak parçalar çalıyordu ard arda.
Durmuş bey hoş sohbet adamdı doğrusu. Dereden tepeden konuşuyor, fazlaca soru sormuyor, onu rahatlatmak için elinden geleni yapıyordu. Beş kilometre kadar düz asfaltta sakin sakin sürdükten sonra, kahrolasıca Sancıbeli Rampası göründü uzaktan.
İşte ne olduysa o zaman oldu. Birden dermanı kesildi, adeta ayakları geri geri gitmeye başlamıştı. Yüzü kızarmış, elleri hafiften titremeye başlamıştı. Hiç iyi hissetmiyordu kendini.
Onlar daha rampanın başına gelmeden, İbrahim Bey ve Aykut tepeye çıkmıştı bile. Durmuş Bey “biraz yavaşlayalım istersen Osman Abi” dedi. “Yok” diye cevap verdi, “ben zaten pek de iyi değilim, benden buraya kadar, müsaadenizle ben yavaş yavaş geri döneceğim, size ayak bağı olmak istemem”.
Arkadan onlara yetişen Selçuk Abi cevap verdi Durmuş Beyin yerine “olur mu öyle şey” dedi, “birlikte yola çıktık, gideceğimiz yere de birlikte varacağız”. İlhan Bey “heyecan yapma Osman Beyciğim” dedi “bu rampa işi biraz gözünü korkutur ilk başlarda insanın, ama sonra müptelası olursunuz”.
Bu kadar ısrar karşısında yapabileceği bir şey kalmamıştı. Bastı pedala, tam gaz rampaya doğru gitmeye çalışıyordu ki, “biraz yavaş ol Osman Abi” dedi Durmuş Bey “acelemiz yok”. “Süratini azalt biraz, vitesini de düşür, yavaş yavaş birlikte çıkalım”.
Sonra tempolu bir müzik sesi yükselmeye başladı Durmuş Beyin bisikletinden, "haydi arkadaşlar" diye seslendi İlhan Bey. Önde Durmuş Bey, arkasında o, sonra sırasıyla Selçuk Abi, Çakır Efe ve İlhan Bey. Herkesin yüzü gülüyordu, küçük bir çocuk hevesiyle o da uydu oyun arkadaşlarına, kendini çalan müziğin ritmine teslim etti.
“Bir iki, bir iki”, “nefes al”, “başını fazla kaldırma”, “bisikletinin ön tekerine bak”, “rampanın tepesine doğru bakma zorlanırsın” uyarıları arasında Durmuş Bey, o, Selçuk Abi, Çakır Efe ve İlhan Bey uzaktan gözüne aşılmaz dağlar gibi görünen rampayı yavaş yavaş tırmanmaya başladılar.
Kimse onu incitecek bir tek söz etmiyordu. Ter içinde kalmıştı, bacakları yanıyordu, elleri uyuşmuş, nefes nefese kalmıştı, dili bir karış dışarıda zar zor çıkabildi rampayı.
Tırmanış biter bitmez “Bey” ünvanı da bitti herkes için. Tepeye vardıklarında İbrahim Abi “olur böyle şeyler genosse (yoldaş)” dedi, “zamanla alışıyor insan, tebrik ederim ilk seferde, bisikletten inmeden çıkmayı başardın”.
Çakır Efe, muzip bakışlarla süzdü onu “helal olsun birader, bir çimento çuvalı kadar göbekle çıktın Sancıbelini” dedi.
Aykut “kusuruma bakmayın” dedi, “İbrahim Abiyi ben çıkarttım yoldan, bir daha yapmam, kimseyi geride bırakmam”.
Tepeye varınca herkes bir kaç yudum su içti. İlhan Abi yanında getirdiği yedek tişörtünü giyip, terli olanı bagaj çantasına koydu. Herkesin, özellikle de onun dinlendiğinden emin ol(un)duktan sonra grup yeniden yola çıktı.
Rampa çıkmanın en güzel yanı, tepeye vardıktan sonra alabildiğine hızla aşağıya inmek sanırdı, öyle değilmiş meğer! İnişe geçmeden önce Durmuş “fazla hızlı inmemize gerek yok arkadaşlar” diye uyardı, “ne olur ne olmaz”.
Rampadan indiler, Beyobası köyünü geçtikten birkaç kilometre sonra sağa Kaunos yoluna doğru döndüler. Yolun iki tarafında tarlalar, cadde kenarlarına özenle dikilmiş izlenimi bırakan yemyeşil ağaçlar arasından sırasıyla Kavakarası, Tepearası, Eskiköy ve nihayet Dalyan’a ulaştılar. Dile kolay, neredeyse otuz kilometre yol yapmışlardı hem de güle oynaya.
Koca bir çınar ağacının dibindeki çay bahçesinde mola verdiler. Bol bol çay, aşırı terleme sonucu oluşması muhtemel mineral kaybına karşı da birer soda içtiler. Yanlarında getirdiklerini bölüşerek yediler. Belki bir saat kadar oturduktan sonra biraz da Dalyan’ın içinde gezdiler.
Işıklar Yolunu gösterdiler ona, inanılmaz güzeldi. Derken geri dönüş yolculuğu başladı. Bu kez önce Eskiköy, ardından Tepearası, Kavakarası, Beyobası, Zeytinalanı, Yangı ve nihayet Köyceğiz!
Aslında çok yorulmuştu, dermansızdı benzin istasyonuna geri döndüklerinde. Durmuş benzin istasyonundaki sigorta bürosunda hepsine kendi elleriyle kahve ve soğuk su ikram etti. Sonra herkes geldiği gibi evine geri döndü.
Bir bisiklet turuyla başlayan arkadaşlığımız zaman içinde kalıcı bir dostluğa dönüştü. Birlikte düğünlere, cenazelere katıldık. Resmi Bayramlarda Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı olan Selçuk abiyi hiç yalnız bırakmadık. Onunla birlikte yürüdük, açıklama yaptığında coşkuyla alkışladık. 1 Mayıs’larda omuz omuza alanlardaydık. Tüm toplu organizasyonlarda aynı masaları, aynı sahneyi paylaştık. Kadehlerimiz daima dostluğa kalktı!
İnanılmaz keyiflidir bisiklete binmek. Üstelik grup olma ruhunun, bilincinin ve dayanışma kültürünün gelişip serpilmesine de çok elverişlidir.
Bisikletçiler arasında dayanışma esastır. Zinciri atan, lastiği patlayan yolda yalnız bırakılmaz asla!
Sadece spor yapmak için kullanılmaz bisiklet. Esasen en iyi ulaşım aracıdır. Vergi, sigorta, benzin/mazot vb. giderleri de yoktur üstelik. İki bardak suyla otuz kilometre yol gidebilirsiniz bisikletle.
Bisiklet antikapitalisttir! İnsancıl olur bisikletçiler. Yolda gördüğü salyangozun, kaplumbağanın, kertenkelenin, yılanın üzerine sürüp ezmezler. İner bisikletinden, o canlıyı alır ve güvende olacağı bir yere kadar özenle taşırlar.
“Grup Gün Doğarken” hep barıştan, kardeşlikten, eşitlikten, özgürlükten, adaletten ve dayanışmadan yana oldu yıllar boyu.
Grubumuza yeni katılanlar da oldu elbet, taşınma ve benzeri nedenlerle ayrılanlar da.
Ama dostluklarımız hiç bitmedi bizim! Gelenler bizimdi her daim, gidenlerse hiç ayrıl(a)mamıştı zaten…