Seçimler makul aralıklarla, Anayasa’nın tespit ettiği süre içerisinde yapılır. Siyasetçiler milletten vekâleti ancak belli bir süre için emanet alırlar. Bu sürenin aşılmasına rağmen görevde kalmakta ısrar eden bir siyasi iktidar milli iradeyi gasp etmiş olur. Seçim neden ertelenemez? Anayasa Hukukçusu Teyfik Sönmez Küçük yazdı. Birkaç gündür Türkiye, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kurucularından, Türkiye Büyük Millet Meclisi eski başkanı Bülent Arınç’ın, geçtiğimiz hafta yaşadığımız ve hepimizi derinden etkileyen deprem felaketi nedeniyle seçimlerin ertelenmesi gerektiğine yönelik sosyal medyada yaptığı paylaşımı tartışıyor. Oysa Arınç’ın önerisinin anayasa hukuku açısından müzakere edilecek bir tarafı yok. Anayasa’nın 78. maddesinin birinci fıkrası gayet açık. Savaş sebebiyle yeni seçimlerin yapılmasına imkân görülmezse, Meclis, seçimlerin bir yıl geriye bırakılmasına karar verebilir. Görüldüğü üzere seçimlerin ertelenmesi kararı, Meclisin başka bir devlete savaş ilan etmesi koşuluna bağlanmıştır. Kaldı ki, Anayasa’da “…karar verebilir” ifadesinin kullanılması, savaş durumunda dahi seçimlerin gerçekleştirilebileceğini, bu ihtimalde bile Meclisin erteleme kararı almasının zorunlu olmadığını ortaya koyuyor. Anayasa koyucu, demokratik rejimin tesis edilmesi bakımından seçime o kadar büyük önem atfetmiştir ki, savaş gibi teyakkuz durumunda olunan bir ortamda dahi seçimlerin yapılabileceğini düzenlemiştir. Seçim, demokrasinin ilk koşuludur. Seçimsiz demokrasi düşünülemez. Seçimler makul aralıklarla, Anayasa’nın tespit ettiği süre içerisinde yapılır. Siyasetçiler milletten vekâleti ancak belli bir süre için emanet alırlar. Bu sürenin aşılmasına rağmen görevde kalmakta ısrar eden bir siyasi iktidar milli iradeyi gasp etmiş olur. Erteleme kararının Yüksek Seçim Kurulu tarafından verilmesi durumunda da sonuç değişmez. Gerçekten, Anayasa md. 79/1’e göre Yüksek Seçim Kurulu, seçimlerin başlamasından bitimine kadar, seçimin düzen içinde yönetimi ve dürüstlüğü ile ilgili bütün işlemleri yapma ve yaptırma, seçim süresince ve seçimden sonra seçim konularıyla ilgili bütün yolsuzlukları, şikâyet ve itirazları inceleme ve kesin karara bağlama, milletvekillerinin seçim tutanaklarını ve Cumhurbaşkanlığı seçim tutanaklarını kabul etme görevine sahiptir. Böylece, seçimlerden hemen önce oluşan zorunlu fiziki engeller (örn. seçimden yalnızca birkaç gün evvel milyonlarca insanı etkileyen bir doğal afetin yaşanması) bir kenara bırakılırsa, Yüksek Seçim Kurulunun seçimleri erteleme yetkisi bulunmamaktadır. Cumhurbaşkanı Seçim Kanunu md. 3/3 uyarınca Cumhurbaşkanının ve Meclisin görev sürelerinin dolmasından önceki son pazar günü oy verme günüdür. Görev süresi, birlikte yapılan bir önceki seçim tarihine göre belirlenir. Bu çerçevede seçimler en geç 18 Haziran 2023 tarihinde yapılmalıdır. Seçimlere daha dört ay vardır. Dört ay, seçmen kayıtlarının düzenlenmesi ve gerekli hazırlıkların yapılabilmesi için yeterli bir süredir. Yüksek Seçim Kurulu’nun seçimleri ertelemesi, yasama fonksiyonunun gaspı, milli iradenin yargı eliyle zapt edilmesi anlamını taşır.
Ülkemizde seçimler siyasal katılımın en etkili ve hatta tek katılım aracı olarak görülür. Seçimlere katılım oranının diğer ülkelere göre çok yüksek olması bu tespiti doğrulamaktadır. Seçmenler, sandığa yönelen her türlü hukuksuz müdahalenin hesabını bir sonraki seçimlerde sormaktadırlar
18 Haziran 2023’te gerçekleştirilecek seçimlerin ertelenmesi, Anayasa’nın ve hukukun hiçe sayılması, Cumhuriyet’ten vazgeçilmesi demektir. Bu süreçte aklı selimle hareket edilerek bu tür bir kararın verilmeyeceğini düşünüyorum. Fakat yine de milli iradenin göz ardı edilmesi durumunda ne gibi siyasi sonuçların ortaya çıkabileceğine ilişkin olarak Cumhuriyet tarihinden iki önemli örnek vermek istiyorum. Birincisi, uygulamada “şaibeli seçim” şeklinde adlandırılan 1946 milletvekili seçimidir. Cumhuriyet Halk Partisi’nin çoğunlukta olduğu Meclis, Demokrat Parti’nin kurulmasından hemen sonra seçim yapılması kararı alarak 1947’de gerçekleştirilmesi gereken seçimi bir yıl kadar erkene çekmiştir. Söz konusu kararla amaçlanan, Türkiye çapında örgütlenmesini henüz tamamlamamış olan Demokrat Parti’yi hazırlıksız biçimde yakalamaktan başka bir şey değildir. O dönem uygulanan listeli çoğunluk sistemi sonucunda seçim çevresinde kullanılan geçerli oyların yarısından bir fazlasını alan siyasi parti, listedeki vekillerin tamamını kazandığından, bazı seçim çevrelerinde seçime dahi giremeyen Demokrat Parti bakımından bu seçim bir hezimet olmuştur. Ayrıca, Milletvekili Seçim Kanunu’nda seçimler konusunda yeterli hukuki güvenceler bulunmadığı için özellikle de oy sayımı aşamasında usulsüzlükler yaşanmış, birçok seçim çevresinde açık oy, gizli sayım gerçekleştirilmiştir. Günler sonra kesinleşen seçim sonuçları doğrultusunda Cumhuriyet Halk Partisi 397, Demokrat Parti ise sadece 61 milletvekili kazanabilmiştir. Ne var ki, seçmenler 14 Mayıs 1950 tarihinde gerçekleştirilen seçimlerde kendi iradelerine yönelen haksız müdahaleyi unutmamışlar; bu sefer Demokrat Parti 416, Cumhuriyet Halk Partisi ise 69 milletvekili çıkarabilmiştir. Millet iradesini dikkate almayan bir diğer örnek, 31 Mart 2019 tarihinde yapılan İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) başkanlık seçimlerinin iptali kararıdır. Yüksek Seçim Kurulu, 6 Mayıs 2019 tarihinde hukuk garabeti olarak nitelendirilebilecek bir karar vererek İBB başkanlık seçimlerinin iptal edilmesi yönünde görüş bildirdi. Seçmen iradesini yok sayan ve “ben yaptım, oldu” düşüncesiyle verilen bu karar sonucunda İBB başkanlık seçimi 23 Haziran 2019 tarihinde tekrar edildi. Yüksek Seçim Kurulu’nun 200 sayfalık kararının akla uygun bir hukuki gerekçeye dayanmaması, başta İstanbullular olmak üzere bütün yurttaşlarda iptal kararının siyasi saiklerle verildiği ile ilgili bir kanaat uyandırdı. Seçmenler sakin bir şekilde oy verme gününü beklediler. Seçim günü geldiğinde ortaya çıkan tablo ise çarpıcıydı. İlk seçimlerde Ekrem İmamoğlu lehine oluşan 13 bin 729’luk fark, 62 kat artarak 806 bin 415’e ulaşmıştı. 12 Eylül askeri darbesinden bu yana yüzde 50 oy sınırını aşan ilk İBB başkanı olan İmamoğlu’nun başarısının ardında seçim çalışmalarında Millet İttifakı’nın adayı olarak gösterdiği çaba kadar İstanbul halkının iradesinin Yüksek Seçim Kurulu tarafından haksız bir şekilde gasp edilmesi de bulunmaktadır. Seçmenler, oylarının geçersiz kılınarak iradelerinin ikinci plana atılmasını kabullenememişler ve haksızlığa karşı bir duruş sergileyerek oy farkının açılmasını sağlamışlardır. Başlı başına bu iki örnek bile gören gözler, duyan kulaklar açısından ders niteliğindedir. Gerçekten de Türkiye’de hak ve özgürlükleri ihlal eden vatandaşlar çoğu zaman gerekli tepkiyi göstermekten geri durabilmektedirler. Ancak, oy hakkına yönelik müdahalede bulunulduğunda işin rengi değişmektedir. İfade hürriyeti, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı, sendikal haklar ve bilgi edinme hakkı gibi birçok hak ve hürriyeti kullanmak konusunda temkinli olan vatandaşlar, oy haklarına kararlılıkla sahip çıkmaktadırlar. Ülkemizde seçimler siyasal katılımın en etkili ve hatta tek katılım aracı olarak görülür. Seçimlere katılım oranının diğer ülkelere göre çok yüksek olması bu tespiti doğrulamaktadır. Seçmenler, sandığa yönelen her türlü hukuksuz müdahalenin hesabını bir sonraki seçimlerde sormaktadırlar. Türkiye’de yurttaşların siyasal tercihlerini ifade ettikleri tek araç olan oy haklarını ellerinden almak veya Anayasa’ya aykırı bir şekilde seçimleri erteleyerek oy hakkının kullanılmasını geciktirmek hukuken mümkün olmadığı gibi bu yöndeki bir kararın hâlihazırdaki oy farkını muhalefet ittifakı lehine daha da artırmaktan başka bir işlevi olmayacağı konusunda şüphe yoktur.