Önce işçi olarak gittiler. Ardından siyasi mülteci olarak. Son zamanlarda doktorlar, mühendisler, öğrenciler kopuyorlar ülkelerinden yeni ve özgür bir hayat için. Ben bu yazımı ülkeden umudunu kesmiş, kendilerine gelecek arayan, ‘gönüllü sürgünlüğe’ razı gençlerimize umutlarını kaybetmemeleri dileğiyle ithaf ediyorum.
NAZIM'A, MEMLEKETE, SÜRGÜNE VE MUHALİF DURUŞA DAİR... [1]
Mitleştirilen kimliğinin peşine takılmak, ya da ‘hain’ deyivermek Nazım'a ilişkin yapılabileceklerin en kolayı aslında. Nazım’ı muhalif kimlikten hareketle farklı bir şekilde okumak mümkün mü?
Nazım müzmin muhalifliğin, sürgünün, hasretin ve aşkın şairi. O, yaşamıyla yazdıklarıyla bu ülkenin yakın tarihini de anlatan bir şairi. 1902 yılında doğan Nazım, Osmanlı emperyal kültürünün yeni Cumhuriyet’e aktarılan bir bakiyesi. 20. yüzyılda iki çocuğunu İstanbul’da bırakarak Paris’e resim dersleri almaya gidebilen ressam bir ananın Osmanlı konaklarında büyüyen oğlu.
Nazım’ın devraldığı emperyal miras ve sonradan benimsediği ‘enternasyonal-sosyalist’ kimlik onu besleyen ana kaynaklardan. Nazım’la birlikte, bu ülkenin Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinin sancılarına, Soğuk Savaş siyasetinin kurbanlarına, yaşanan ideolojik kıskaca tanık olmak mümkün. Nazım özelinde sistemle ters düşen insanların acısı ve bu ülkenin yakın tarihine damgasını vuran sorunlu devlet-toplum-birey ilişkisi de görünür oluyor.
Nazım’ın devraldığı emperyal miras ve sonradan benimsediği ‘enternasyonal-sosyalist’ kimlik onu besleyen ana kaynaklardan.
Her ne kadar sol kimlik onun ayrılmaz bir parçası olsa da, özgürlük sevdalısı bu adamı ‘ideolojinin’ dar kalıplarına hapsetmek de Nazım’a haksızlık. Onu bir bütün olarak anlayabilmek için öncelikle, ideolojinin zincirlerinden kurtararak Nazım’ın özgürleştirilmesi özel bir önem kazanıyor.
MEMLEKET VE HASRETE MAHKÛMİYET
Memleket, hasret, aşk, direniş Nazım’ın dizelerinde gerçekliğe kavuşur. Sisteme-iktidar odaklarına ters düşerek ‘vatan hainliği’ de dâhil olmak üzere pek çok suçlamayı hiç hak etmediği halde taşımak zorunda kalır. Vatan hainliği damgasının ağırlığına bir de memlekete olan derin özlemi eklenir. Orta Asya’dan gelip Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan ‘memleket’, bir toprak olmanın çok ötesinde Nazım’ın dizelerinde hasretin ete-kemiğe bürünmüş halidir. Karşı kıyıdan, Varna’dan ‘memleket-memleket’ diye seslenişi, o ulaşıldıkça ulaşılmaz olan hasreti, muhalif olmanın somut diyetidir. Nazım, memleketinin artık kendisine yıldızlar kadar uzak olduğunu bilerek, muhalif kimliğini ölünceye kadar taşır. Kurtuluş Savaşı’nda kağnıların ay ışığında gidişini, yokluklardan kazanılan bir zaferi dizelerinde ilmek ilmek destanlaştırır. Memleketimden İnsan Manzaraları’nda, tüm Anadolu insanı ile hasbihal eden, onların sofralarına yüreklerine misafir olmuş bir yoldaştır. Aristokrat bir ailenin çocuğu olmasına rağmen, tüm yoksunluklarda ‘yeter ki kararmasın sol memenin altındaki cevahir’ diyecek kadar umut doludur hep. Öyle ki, cezaevinde ilk defa güneşe çıkarıldığında, ‘toprağa ve güneşe’ kavuştuğu için sonsuz bahtiyardır.
BİREYİN VE KOLEKTİVİZMİN HARMANLANMASI
Nazım’ın sosyalist kimliğiyle özdeşleşen ‘kolektif anlayışı’ daha çok ön plana çıksa da, onun ‘bireye’ atfettiği önem hep gözden kaçırılır. Nazım’ın ‘bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine’ diye dile getirdiği hasreti, bireyi ve toplumu harmanlayan bir sentez olarak karşımıza çıkar. Bu aslında Doğu ve Batı kültürünün de güzel bir sentezidir. Çünkü bu sentezde mutluluğun anahtarı, birey olmayı toplumsallaştırmasıdır. Normalde, ideolojilerin kutsallık atfederek beslediği ‘davalar’, bireyi ve özel yaşamı kendine bir tehdit olarak algılar ve bireyi dava mitlerine kurban edilebilecek bir nesneye dönüştürür. Kendini ‘davaya’ adamış bir şair de olsa, Nazım’ın o katı şartlar altında bile ‘bireyi’ ve özel yaşamı ön plana çıkarabilme gücünü gösterebilmesi önemlidir. Bir ağaç gibi tek ve hür olabilmeyi arzulayan Nazım, davasının yanı sıra ‘aşklarını’ da yani yüreğini de ortaya koyabilmiştir. Piraye’ye bir çingene ağzı ile ‘abe biz de anlarız bu işlerden Hatçem’ diye yazdığı dizelerde aşkı, yani bireyi ve bireyin duygularını yüceltir. Nazım’ın davaya rağmen bireyi de ön plana çıkarabilmesi, vatan hainliği suçlamasının yanı sıra insani olan her şeyi küçümseyen, yabancılaştıran bir tarzda ‘küçük burjuva’ ve lümpen gibi eleştirilerle de karşılaşmasına yol açar. Nazım, aslında sol içinde de ‘muhalif’ bir kimliğe ve duruşa sahiptir.
Memleket, hasret, aşk, direniş Nazım’ın dizelerinde gerçekliğe kavuşur. Sisteme-iktidar odaklarına ters düşerek ‘vatan hainliği’ de dâhil olmak üzere pek çok suçlamayı hiç hak etmediği halde taşımak zorunda kalır.
Nazım, güçlü bir birey olmanın yanı sıra toplumsal yaşamda kolektif ruhu da çok iyi taşıdı. Uzun yıllarını geçirmek zorunda kaldığı cezaevleri, onun ortak üretimlerinin, kolektif yanının da en iyi harmanlandığı mekânlar. O zor şartlar altında, cezaevindeki arkadaşlarına kendi birikimini, umudunu, çoğulluğunu edebiyattan resme, yabancı dil öğretmeye kadar aktardı. Nazım’ın deyimiyle, ‘yarin yanağından gayrı’ aşını, suyunu, emeğini mavi gözlü bir ‘dev’ olarak paylaştı. Cezaevinde A. Kadir’e ve diğer arkadaşlarına yabancı dili, Balaban’a fırçaları tanıttı; Orhan Kemal’den Kemal Tahir’e, Bedri Rahmi’ye uzanan pek çok Türk yazarlarına ‘ustalık’ yaptı. Eşsiz birikimiyle Türk edebiyatını şiirini dışarı da taşıyan ana damar oldu.
ONUNCU KÖY-SÜRGÜN
Nazım enternasyonal kimliği ile sadece Türk değil dünya edebiyatını da besleyen bir kaynaktı. Neruda, Nazım’ın vefatı üzerine yazdığı ‘Güz Çiçeklerinden Nazım’a Çelenk’ başlıklı şiirinde, ‘Kardeşim benim, nice yeni duygular, düşünceler kazandırdın bana’ der. Rus şair Yevtuşenko, Nazım’dan öğrendiği ‘doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar’ atasözüne referansta bulunarak, kitabının önsözüne ‘Onuncu Köy’ başlığını verir. Sovyetler Birliği’nin Nazım için ‘Onuncu Köy’ olduğunu aktaran Yevtuşenko, Nazım’ı ve dolayısıyla Türkiye’yi tanıma bahtiyarlığını içtenlikle anlatır. Fakat Nazım bu ‘Onuncu Köy’de memleket hasretinin yanı sıra daha başka acılara da katlanır.
Nazım’ı memleket hasreti kadar yaralayan bir başka olay, önce ülkesinde, ardından da Sovyetler Birliği’nde TKP içinde kendine karşı yürütülen güç mücadelelerine tanıklığıdır. Nazım, ‘Benerci Kendini Niçin Öldürdü?’ kitabında TKP içindeki güç mücadelesini ve kendisine yöneltilen ‘hainlik’ suçlamasını dolaylı bir şekilde aktarır. Davasına inanmış bir insan olarak ‘yoldaşları’ tarafından ihanetle suçlanması, ‘düşmana inat bir gün daha fazla yaşamayı’ öğütleyen bir adama ölümü düşündürebilmiştir. Nazım’ın muhalif yapısı ‘Onuncu Köyde’ki’ dostlarını da rahatsız etmiştir. Dolayısıyla, ‘yaşama, muhalif bir rüzgâr gibi’ giren Nazım sadece Türkiye’de değil, dışarıdaki yaşamında da ‘araftadır’ aslında.
MUHALİF DURUŞA DAİR
"Mademki bu kerre mağlubuz, netsek neylesek zaid,
Gayri uzatman sözü,
Mademki fetva bize aid,
Verin ki basak bağrına mührümüzü"
Nazım, ‘Şeyh Bedrettin Destanı’ndaki bu dizelerle aydının muhalif kimliğine ve gerektiğinde mağlubiyetine vurgu yapar. Onun için gerçek yenilgi aydının muhalif kimliğini terk etmesidir, yoksa sistem tarafından yenik gözükmesi değil.
‘Yaşama, muhalif bir rüzgâr gibi’ giren Nazım sadece Türkiye’de değil, dışarıdaki yaşamında da ‘araftadır’ aslında.
Nazım’ın yedi tepeli şehrinden Anadolu’da ayak basmadığı yerlere, insanlarına, güneşine uzanan derin özlemi… Memleketinden kalan son yadigâr, şile bezinden mintanının üzerinde paralanmasına üzülmesi... ‘Mehmet’ten Mehmet’e yoktur merhamet’ demesine rağmen, Mehmet’ten, Anadolu’dan umut kesmeyişi… Hatta oğlunun adını ‘Memed’ koyarak, sanki bütün Mehmetlere kucak açması... İdeolojisini çağrıştıracak bir isim yerine, oğluna geleneksel bir isim vermesi, bu topraklardaki yerelliğiyle barışıklığı. Gençliğinde başlattığı eskilerle ve eski değerlerle hesaplaşan ‘Putları Yıkalım’ kampanyasına karşı daha sonra yaptığı özeleştirisi. Nazım’ın muhalif kimliğinin yanı sıra, evrenseli ve yereli birlikte kucaklaması da ondaki zenginliğin ayrılmaz bir parçası.
Nazım, sonuç olarak, Türkiye’nin 20. yüzyılda yetiştirdiği ender global şahsiyetlerden biridir. Dünya Barış Konseyi 1950 yılında ilk kez verdiği ‘Barış Ödülleri’ni İspanya’dan Picasso, ABD’den Paul Robenson, Polonya’dan Vanda Jakoboske, Şili’den Neruda, Türkiye’den ise Nazım Hikmet’e verir. O dönem cezaevinde olan Nazım törene katılamaz, onun adına ödülü Neruda alır.
Vasiyetinde dile getirdiği, öldüğünde Anadolusuna kavuşma özlemi ise hâlâ gerçekleşemedi. Nazım’ın vasiyetini yani Anadolu’ya getirilişini hak ediyor mu ülke? Hala emin değilim. Bu topraklarda doğmuş, bu topraklarda kökleşmiş, emeği geçmiş insanların sırf ‘muhalif’ kimliğinden ötürü, topraklarından koparılışı artık imkânsız olduğunda gerçekleşmeli bu vasiyet. Pek çok uygarlığa ev sahipliği yapmış bu toprakların kendi insanına ve farklılığına tahammül edemeyişi sona erdiğinde. Bedri Rahmi’nin dizeleriyle uğurlamak seni ‘Ne bir haram yedin, ne cana kıydın, ekmek kadar temiz su gibi aydın’. Nazım ve Nazım gibileri hâlâ yattığı topraklardan memleketine ve Memet’ine seslenişine devam ediyor. Bu seslenişte kimse düşüncelerinden dolayı topraklarından koparılmasın isteniyor.
İşitiyor musunuz?
---
[1] Bu yazı, TBMM Genel Kurulu'nda 8 Ocak 2009 tarihinde Nazım Hikmet Ran'ın Türk vatandaşlığına geri dönmesine imkan veren Bakanlar Kurulu Kararına ilişkin gündem dışı yapmış olduğum konuşma metnimden alınmıştır.