Avrupa Birliği'nin Almanya ile birlikte en büyük iki ekonomisinden biri olan Fransa'da gelecek yıl yapılması planlanan genel seçimler öncesinde, siyaset arenasının giderek daha hızlı bir şekilde hareketlendiğini görüyoruz. Örneğin, bazı emekli generaller tarafından hazırlanan ve halen aktif görevde bulunan onlarca subayın da imzaladığı İslam ve göçmen karşıtı bildiri siyasette deprem etkisi yarattı. Generaller, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, hükümet ve parlamentoya seslendikleri ve oldukça açık bir şekilde ırkçı/faşist mesajların yer aldığı bildiride, "Bir an önce değerlerimizi savunan yurtsever adımlar atılmazsa, Fransa'da büyüyen kaos iç savaşla sonuçlanacak ve sizin sorumluluğunu taşıyacağınız binlerce can kaybı olacak" ifadesini kullandı. Solcu politikacılar, generallerin bu bildiriyle orduya “hazır olun” mesajını vermek istedikleri iddiasında bulundu. Bildiriyi hazırlayanların, yayımlanması için özellikle neofaşist haftalık dergi, Valeurs Actuelles'i seçmeleri elbette tesadüf değildi. Bildiri faşist dergide yayımlandıktan sonra tabiri caizse yer yerinden oynadı. Hükümet bir süre sessiz kalırken, 2022 seçimleri için şimdiden başkanlık adaylığını açıklayan ve çalışmaya başlayan neofaşist parti Ulusal Birlik’in Lideri Marine Le Pen, bildiriyi hazırlayan generallere, "Analizlerinizin tümüne katılıyorum. Gelin bizimle birlikte mücadele edin" diye seslendi. Le Pen'in topa girmesi siyaseti iyice ısıttı, hükümetten ve sol partilerden ardı ardına bildirinin kınandığı açıklamalar geldi. Bildirinin zamanlaması benim açımdan bizdeki moda tabirle oldukça "manidar". Bu "manidar" meselesini aşağıda açacağız ancak şimdi biraz ülkemiz kamuoyunda fazla tanınmayan faşist kadın lider Marine Le Pen'in siyasi pozisyonuna değinmek istiyorum. Anketler genel seçimlerde Le Pen'in ikinci tura kalması durumunda yüzde 48 civarında oy alacağını ve ipi göğüslemesinin mümkün olduğunu gösteriyor. Kendisi de anket sonuçlarını değerlendirdiği bir açıklamasında, “İlk kez seçimi kazanmaya çok yakın olduğunu” söyledi. Peki Fransa'nın azılı neonazisi Jean Marie Le Pen'in kızı olan Marine Le Pen, nasıl oldu da kitleleri böylesine büyük yığınlar halinde arkasında toplayabildi? Bu soruya Macron'un bir ifadesiyle yanıt verelim, "Marine Le Pen, yıllardır halkı faşist bir babanın kızı olmadığına inandırmaya çalışıyor." Macron'un tespiti doğru. Marine Le Pen, babasından devraldığı faşist partiyi yıllardır muhafazakâr bir merkez siyaset partisine benzemesi için “makyajlayıp” duruyor. Hatta bu uğurda, “aşırı milliyetçi bir söylem” içerdiği gerekçesiyle partinin “Ulusal Cephe” olan adını “Ulusal Birlik” olarak değiştirdi. Marine Le Pen, partinin başına geldiğinden bu yana medyaya çok yakın duruyor ve medya kanallarını etkili bir şekilde kullanarak partisinin imajını değiştirmek istiyor. Partisini bazı Fransız siyaset bilimcilerinin ifadesiyle "normal" bir siyasi yapı gibi göstermeye çabalıyor. Le Pen, bu yolla hem orta sağ hem de orta sol seçmenlere ulaşmaya çalışıyor. Kendisi de bu durumu şu sözlerle şöyle özetliyor, "Benim stratejim, sağdan veya soldan gelsinler, tüm Fransızları bir araya toplamak." Bu mesele esasında tamamen radikalleşmiş ve faşizme boyanmış partinin görüntü de olsa siyasi rehabilitasyonu ile ilgili. Fransa kamuoyunda bu halkla ilişkiler çalışmasının son ve en güçlü ayağı olarak Marine Le Pen'in parti genel başkanlığından istifa edeceği ve tam olarak siyaseten parti angajmanı olmayan, "yurtsever" bir politikacı olarak seçimlere katılacağı iddiaları dahi dillendiriliyor. Ancak her durumda Le Pen'in bu girişimlerinin hayli başarılı olduğunu görüyoruz. Bunu iki şekilde analiz etmek mümkün. Birincisi, parti merkeze kayıyor gibi göründükçe fikirleri de merkez siyasette zemin kazanmaya başladı. İkincisi yapılan anketler, Fransızlar arasında Le Pen ve politik hareketinin artık eskisi kadar tehlikeli görülmediğini ortaya koyuyor. Ancak bu durumun, Fransız demokrasisi için ne derece tehlikeli olduğu emekli generallerin bildirisiyle birlikte görüldü. GÖMLEK DEĞİŞTİRMEK İŞE YARIYOR MU? Yukarıda faşist bildirinin zamanlaması için "manidar" demiştik. Bu bildiri esasında Marine Le Pen'i hazırlıksız yakaladı. Kendisini tam da "merkez siyasette konumlanan bir lider" olarak pazarlamaya hız verdiği bir dönemde bildiri Le Pen'i gafil avladı. Le Pen, buram buram faşizm ve ırkçılık kokan bu bildiriye -duygularına yenilerek- destek verince partisinin ve kendisinin artık boya tutmayan makyajları bir anda akıverdi. Geriye faşist, ırkçı özlerinin yansıdığı gerçek yüzleri kaldı. Le Pen'in "ben gömlek değiştirdim, çok değiştim" salvolarına sol/sosyalist cephe zaten inanmıyor ama bu diskurun muhafazakâr ve sosyal demokrat kanatta oldukça etkili olduğunu söylemek gerekiyor. Bu "gömlek değiştirdim" hikâyesinin alıcısı çok oluyor. AKP'nin bizdeki siyasi hikayesi de böyle başlamıştı ama sonunda yine "sel gider kum kalır" hesabı partinin siyasal islamcı yüzüyle oldukça acı tecrübeler eşliğinde yüzleşiyor Türkiye bugünlerde. Anketlerin işaret ettiği gibi Le Pen seçimi kazanır ülkenin başına geçerse, Fransa'da da Türkiye benzeri bir süreç yaşanacağı açık bir şekilde ortada. Faşist partinin modernizasyonu meselesi salt Le Pen'e ait bir diskur değil. Avrupalı bir çok neofaşist siyasi harekette bu türden devinimler halen devam ediyor. Neofaşist hareketlerde yaşanan "şekli" yenilenmelerin merkez siyasette ciddi oranlarda karşılığı olduğunu görüyoruz. Sosyal demokratlar da dahil olmak üzere merkezin büyük paydasından önemli miktarlarda oy koparabiliyor faşist partiler. Bununla birlikte -ki bence asıl önemli olan bu- Fransa'da Le Pen'in olası iktidarı bize aynı zamanda sermayenin, neofaşistlerin artık iktidarı teslim edebilecek olgunluğa eriştiğini kabul ettiğini gösterecek. Avrupa sermayesi bugüne kadar sosyal demokratlar ve parlamenter sağ tarafından oluşturulan "gerici blok"un işlerini gördüğünü düşünerek, daha ekstrem bir hamle olarak arka bahçelerinde semirttikleri faşistleri sahaya sürmedi ama koronavirüs salgını bu dengeyi değiştirmiş olabilir. Kapitalizmin yaşadığı kriz ve tükenmişliği, sermayenin panik yaşamasına neden olabilir ve faşizm Avrupa'da fiili bir yönetim şekli olarak siyasi ajandalara yeniden konumlandırılabilir. Bu birçoğunuzun düşündüğü gibi bu, uzak bir ihtimal değil. FAŞİST PARTİLERİN MODERNİZASYONU Marine Le Pen'in temel ilkelerini belirlediği neofaşist partilerin modernizasyonu genel itibarıyla üç aşamada gerçekleştiriliyor: 1) Biyolojik ırkçılık ve antisemitizmden "uzaklaşmak" ya da uzaklaşıyor gibi görünmek 2) "Cumhuriyetçi değerlerin" öne çıkarılması 3) Neoliberalizmden korumacı bir ekonomiye geçiş politikasını savunmak. Bu üç aşama hemen hemen tüm Avrupalı faşist partilerin “şeklen” geçirdikleri evrimin detay uygulamalarını çevreliyor. Avrupalı faşist partiler, bulundukları ülkelerin kültür ve etnik yapıları nedeniyle farklı tonlar taşısa da modernizasyon meselesinde aynı yolu izliyorlar. Bu yol, şu ana kadar işe yaramış gibi görünüyor. Faşist partiler, 1990'lardan sonra başlayan genişleme ve büyüme başarılarını, ülke parlamentolarının yanı sıra Avrupa Parlamentosu'nda da hatırı sayılır miktarlarda koltuk elde ederek taçlandırıyorlar. Öte yandan, faşist partilerin bu başarılarını bir yönüyle, Ortadoğu ya da Afrika topraklarındaki ülkelerinde yaşanan savaşlardan kaçarak kıtaya sığınan, biraz işleri yoluna koyduktan sonra bulundukları ülkenin kültürüne entegre olmayı reddeden siyasal islamcı müslümanlara borçlu olduklarını söylemek yanlış olmaz. Siyasal islamcı/faşist müslümanlar zaman zaman düzenledikleri kanlı eylemlerle kıtada kendilerini gösteriyorlar. Örneğin, son olarak Fransa'da bir öğretmenin İslam’a hakaret ettiği iddiasıyla kafasının IŞİD üyesi bir terörist kesilerek öldürülmesi Le Pen'in çok işine yaramış görünüyor. Le Pen’in oylarının bu saldırıdan sonra gözle görülür bir şekilde arttığı ifade ediliyor. Mütemadiyen kıtada varlık gösteren neonazi hareketler ile faşist müslüman hareketlerin ivmelenmek için birbirlerine ihtiyaç duyduklarını ifade ediyorum. Doğrusunu söylemek gerekirse bu iki faşist hareket bu konuda üzerlerine düşeni layıkıyla yerine getiriyor. Bu nedenle Almanya, İtalya ya da Fransa gibi ülkelerde islamofobi kaynaklı günlük ırkçılığın sıradanlaştığı ve genel kabul gördüğü bir periyoda girildiğini söylemek yanlış olmaz. Karşı cepheden gelen saldırıları vakumlayarak, propaganda malzemesine dönüştüren her iki kanatta faaliyet gösteren terör örgütleri, saflarına yeni taraftarlar katıyor. Süreç böyle ilerliyor maalesef. Sıkıntılı olan şu ki “barış”, “özgürlük”, “demokrasi” ve “çok kültürlük” gibi ilkeler üzerine bina edilen Avrupa Birliği’ni savunan demokrasi güçlerinin de giderek güçlenen neofaşist diskura teslim olduklarını görüyoruz. Örneğin, Danimarka’da iktidarda bulunan sosyal demokratların çıkardıkları oldukça sert hükümler içeren göçmen yasaları, Avusturya’da yine sosyal demokratların faşist söylemlerle seçim kampanyaları kurgulamaları vs… Uzuyor gidiyor bu liste. Sonuç olarak, bu yıl sonbaharda Almanya’da, gelecek yıl Fransa’da seçim olacak. Bu iki seçimin sonuçları Avrupa demokrasisinin ve Avrupa Birliği’nin geleceğine yönelik güçlü mesajlar içerecek. Bu mesajları doğru okuyacak ve ona göre konumlanacak siyasi hareketlerin başarılarını ve görünürlüklerini daha da artıracaklarını net bir şekilde söyleyebiliriz.