Güçlü lidersiz bir araya gelemeyen bir millet miyiz? Bu çoğunluk neye güvenecek? Karizmatik bir lidere mi yoksa fikir ve kurumlara mı?
Gelecek seçimler ve demokrasiye geçiş tartışmalarının dönüp dolaşıp aday ve lider sorularına odaklanması neden? Güçlü lidersiz bir araya gelemeyen bir millet miyiz? Yoksa daha karmaşık ve iyi anlaşılıp değerlendirilmesi gereken nedenler mi söz konusu?
Seçimler yaklaşıyor. Türkiye’nin uzun zamandır, yavaş yavaş da olsa şekillenmekte olan
çoğunluğu,
demokrasiye dönüşü ve bir iktidar ve (başkanlık sisteminden ekonomiye ve eğitime) sistem değişimini arzu ediyor. Bunun da ancak bölünmeyerek ve başta oy davranışı olmak üzere ortak siyasal hareketle olabileceği açık. Bunu da çoğunluk anlıyor diye düşünüyorum.
Peki ama bu çoğunluk neye güvenecek? Neyin arkasından gidecek?
Karizmatik bir liderin mi yoksa fikir ve kurumların mı?
Bu tartışmalarda sık sık kişi ve isim ön plana çıkıyor. Son zamanlarda hareketlenmiş gözüken “Mansur Yavaş” kampanyası ve “Kılıçdaroğlu’yla olur mu” soruları örneklerinde olduğu gibi.
Bu eğilimi “Türklere” ve “Türkiye’ye” özgü
güçlü lider ihtiyacına ve güçlü liderler etrafında birleşmeye dayalı siyasal kültüre bağlamak kolaycı bir analiz. Bu düşünceyi sık sık duyuyoruz.
Her şablon ve önyargıda olduğu gibi bu iddiada da bir gerçeklik payı var. Bana kalırsa hem Osmanlı hem Cumhuriyet tarihini oldukça yetersiz hatta çarpık bir okumaya dayalı olsa bile. Siyasal partilerdeki lider kültü üzerine de bence geliştirilmesi gerekli önemli akademik literatur var.
Ama “kişi ve lider” arayışlarının altında bence çok daha önemli ve evrensel başka etkenler de yatıyor.
Bu etkenleri doğru anlamak, önümüzdeki yıllarda yaşamamız olası olan kritik geçiş dönemini kazasız belasız ve hayırlı bir şekilde başarmak için çok önemli.
En başta bu
geçiş dönemini temsile ve ülkeyi önümüzdeki dönemde yönetmeye talip liderler ve kadrolar bu etkenleri dikkatle tahlil etmeli,
daha güzel, daha yaşanası bir gelecek vizyonu inşa etmek için kullanmalı.
NEDEN KİŞİYE VE İSME BU KADAR TAKILIYORUZ?
- Çünkü farklı ve daha iyi bir gelecek arzusunda birleşiyoruz ama gelecek tasavvurunda ve hikâyesinde ayrışıyoruz
İzmir’de cumhuriyet ve çağdaşlık çığlığı olan yüz binler de, Erdoğan’ın bir açılışında toplanan yüz binler de (yüz ifadeleri on yıl öncesine göre donuklaşmış, anlamsızlaşmış veya en iptidai beşeri hırsları yansıtıyor olmuş olsa da), Diyarbakır’daki bir HDP mitinginde toplanan yüz binler de kendileri gibi düşünen ve hissedenlerle bir araya gelmiş olmaktan kaynaklanan organik bir ortaklık ve güçlülük duygusuna, “işte biz, işte gerçek Türkiye” hissiyatını yaşıyor.
Ama hiç unutmayalım, biz 85 milyonluk büyük ve farklı renkleri olan bir ülkeyiz. Potansiyel gücümüz de, bir arada olabildiğimiz ölçüde, bundan kaynaklanıyor.
Bu büyük ülkeyi birleştirecek, aynı gemide tutacak ve aydınlık ufuklara taşıyacak siyasal irade tümüne hitap edebilmek, umut verebilmek ve destek alabilmek zorunda.
Mesele İzmir’deki enerjiyi Türkiye’de çoğaltacak fikriyatı oluşturmakta. Bu fikriyat ve hikâyesi henüz ortaya çıkmış değil. O yüzden kişiye güvenme ihtiyacı duyuyoruz. Ya böyle bir kişi yoksa?
Mesele İzmir’deki enerjiyi ve potansiyeli tüm Türkiye ile aynı potada çoğaltacak fikriyatı oluşturmakta.
Bu fikriyat ve hikâyesi henüz ortaya çıkmış değil. O yüzden kişiye güvenme ihtiyacı duyuyoruz.
Ya böyle bir kişi yoksa? Bu durumun iyi bir tarafı da var. Eğer muhalefetin üzerinde anlaştığı, bugünkünden çok daha özgür ve demokratik siyasal sisteme geçebilirsek, bu birleştirici hikâyeyi ve ortak aklı oluşturmanın sorumluluğu topluma düşecek.
Belki de yanıtlar gençlerde, sanatçılarda, dürüst bilim insanlarında ve ilahiyatçılarda zaten mevcut, sadece önlerinin açılması gerekiyor. O zaman belki ihtiyacımız olan lider ve liderleri de buna izin verecek, bunun yolunu açacak olanlardan seçmeliyiz.
- Çünkü hem dünya hem Türkiye olağanüstü bir dönemden geçiyor. Kurumların değişmekte olduğu böyle dönemlerde siyaset ve kişiler öne çıkar
Demokrasiyi yeniden inşa etmek ve “normale dönmek” için (bence oldukça uzun da sürebilecek) bir geçiş dönemine ihtiyaç olduğu açık. Üstelik bu dönemi Türkiye dünyanın ve bölgesinin çok tehlikeli sularda yol aldığı bir dönemde gerçekleştirmek zorunda.
Bu kritik dönemde ekonomiden dış politikaya ve muhalefet ortaklığının bölünmemesinden kurumların yeniden yapılandırılmasına ve yolsuzluklarla mücadeleye kadar birçok alandaki kritik kararları kime veya neye emanet edeceğiz?
Aslında muhalefet kendi arasında
Cumhurbaşkanlığı Kurulu gibi, bu soruların çoğunu yanıtlayacak ortak yönetim mekanizmalarını oluşturabilir ve oluşturuyor. Hemen vurgulayalım, eğer bu mekanizmaları kurmakta ve işletmekte başarılı olursa küresel önemde bir demokratikleşme örneği de sunacak. Bunu başaracak insan sermayesine de sahip.
Sorun daha çok güven konusunda yaşanıyor.
Bu dönemdeki tercih ayrılıklarını kim veya hangi kurum, nasıl çözecek? Yönetimde pay alanlar arasında yetki, risk, sorumluluk ve mükafat paylaşımını kim veya ne belirleyecek? Siyasete ve yönetime bir ideal uğruna değil de kendim ve aileme nasıl menfaat sağlarım düşüncesiyle girenlerin – ki dünyanın her yerinde belki de çoğunluğu oluştururlar – yolsuzluğa yatkın ihtiraslarına kime veya ne ket vuracak? Ya geçmiş haksızlıkların hesabı?
Hangi otoriteye yani meşru güce güvenebiliriz?
Bu çok evrensel bir soru.
Max Weber’in modern toplumlara sunduğu üçlü seçenek çok bilindik: Karizmatik liderlik; din ve gelenek; rasyonel otorite (kurumlar).
Tüm modern toplumlarda her üç otorite de mevcuttur (Bkz. dünyanın en eski demokrasisi sayıan Birleşik Krallık’ta kraliyet makamı). Ama gene modern dünyanın ürünü olan ideallerimiz bize üçüncüsünü yani kurumları öncelememizi söyler. Buna göre kalkınmış ve kalkınmakta olan ülkeleri birbirinden ayıran tam da budur. Bir ülkede ne kadar kurumsal otorite gelişmiş ne kadar karizmatik ve geleneksel otorite en azından yönetim alanında sembolikleşmiş ise, o ülkenin o kadar gelişmiş olduğunu düşünürüz.
Kısmen doğru. Ama bu da daha çok “normal” siyaset zamanlarında geçerli. Geçiş ve dönüşüm dönemlerinde, olağanüstü dönemlerde değil.
Geçiş ve dönüşüm dönemleri kurumların çöktüğü, zayıfladığı veya yeniden inşa edileceklerinin bilindiği dönemlerdir. Dolayısıyla “kurumlara güvenelim” demekle işin içinde çıkamıyoruz.
Tüm dünya bu anlamda, var olan ekonomik ve siyasal sistemlerin yetersiz kaldığı, mevcut kural ve kurumların dönüşmek zorunda olduğu, bunu herkesin bildiği veya hissettiği bir döneme girdi.
Liberal demokrasi, neoliberal küresel ekonomi, uluslararası kurumsal yapılar, hepsi, yoksulluktan göçe, güvenlik, enflasyon, Kovid krizi, küresel ısınma ve Çin-ABD rekabetine kadar temel sorunları çözmede yetersizlik yaşıyor. Marks’ın, tarihin nesnesi kadar öznesi olmak zorunda olduğumuzu hatırlattığı dönem tam da böyle, monarşilerin, imparatorlukların, dini ve geleneksel kurumların çatırdadığı bir dönemdi. Weber’in de (1864-1920) tam, küreselleşmenin ve dünyanın ilk demokratikleşme dalgasının Birinci Dünya Savaşı’nda boğulduğu bir dönemin düşünürü olduğunu, meşru otorite nedir sorusunu bu tarihsel bağlamda sorduğunu unutmayalım.
Türkiye’ye gelirsek zaten bir
çifte dönüşüm dönemi yaşamak zorunda. Bir yandan bahsettiğim küresel krizin parçası. Bir yandan da kendi içinde yasaların ve kurumların büyük ölçüde çöktüğü veya yetersiz kaldığı, yeniden yapılandırması gereken bir dönemde.
Böyle dönemlerde kurumlar etkisini yitirir. İrade ve siyaset öne çıkar.
Sosyal adalet, boğazına kadar borca batmış ekonomi, devlet-siyaset-organize suç örgütleri ilişkisi gibi katmerleşmiş ve arkasında büyük maddi çıkarların beslendiği sorunlar, İskender’in Gordiyon düğümünü çözmesi gibi ama adil ve demokratik bir siyasal güçle müdahale etmeden şifa bulabilir mi?
Tam da bu nedenle değerli finans profesörü ve İyi Parti Ekonomi Politikalarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Sayın Bilge Yılmaz’ın yolsuzluklar, ve ekonominin kara deliği olan gayrı meşru mega projeler karşısında “hukuk devleti ve kurumlarla
istikrar sağlayacağız” demesi güzel ama yetersiz kalıyor.
İşlevini yitirmiş kurumlar ve hukuk ayağa kaldırılana kadar atı alan Üsküdar’ı geçmez mi? Şu ana kadar atı alıp Üsküdar’ı geçenlerin yanına mı kalacak?
Unutmayalım ki hukuk ancak belli bir güç ve servet dağılımını koruyabilir, o çerçeve içinde adalet dağıtabilir.
İstikrar normal siyasetin bir değeri. Biz ise adil bir normal siyaseti inşa etmek için kartları yeniden karmamız gereken bir süreçten geçiyoruz. Adil başkan arayışlarının altında biraz da, içten içe hissettiğimiz bu zorunluluk yatıyor olabilir mi?
- Çünkü “bu coğrafyaya özgü” kültürel etken arayacaksak eğer, (son iki yüz yıldır sağlam bir demokrasi ve kalkınma modeli kuramamaktan kaynaklı) başarısızlık beklentisine bakalım.
“Bu coğrafya” derken Osmanlı havzasına odaklanalım. Bu havza en az dört yüz yıl aynı devlet altında ve kendine özgü bir medeniyet içinde yaşadı.
Ve bu havzada bugün, Sırbistan’dan Suudi Arabistan’a ve Libya’ya, (önemli ölçüde AB yardımından ve çapasından yararlanmış Yunanistan ve Bulgaristan gibi kısmi istisnalar ve daha başından etnik/dinsel ayrımcılık ve tahakküm üzerine kurulu İsrail dışında) istikrarlı bir demokrasi ve kalkınma modeli kurabilmiş bir ülke yok.
Yani müteakip kalkınma ve kapsayıcı demokrasi denemelerinde yenilgi duygusu bu havzada sadece Türkiye’de yok. Mısır’da, Lübnan’da, Tunus’ta da var. Hatta Yunanistan ve Bulgaristan’da da.
“Bir şekilde bu iş bozulur” kaygısı çok güçlü. Bu yüzden Gürsel Tekin’in düşünceleri hararetli bir tartışmaya yol açıyor, “hah işte Altılı Masa’yla HDP birbirine girecek” tepkilerini tetikliyor. Halbuki HDP'nin masada olma talebi yok.
Dolayısıyla her demokratik hamlede “bir şekilde bu iş bozulur” beklentisi bir psikolojik savunma refleksi olarak (umutlu olup da hayal kırıklığına uğramamak için) toplumda çok güçlü.
Bu yüzden sürekli “bir yerden bir çomak sokarlar bu işe,” “bir yerde bu altı liderden biri kişisel ihtiraslarına yenilir ve masayı bozar” beklentileri güçlü.
Belki de bu yüzden Gürsel Tekin’in maksadını aşan ama yine de belli bir bağlamda söylenmiş “HDP neden bakanlık almasın?” düşüncesi hemen hararetli bir tartışmaya yol açıyor, “hah işte bozuluyor bu iş, İYİP ve CHP beraber götüremez, Altılı Masa’yla HDP birbirine girer” tepkilerini tetikliyor.
Oysa doğru okunursa ne Meral Akşener’in ne de HDP’nin bu konudaki açıklamaları yeni bir şey söylüyor. Kendi pozisyonunu koruyan ama yeni bir duvar veya siper inşa etmeyen açıklamalar.
HDP'nin masada olma talebi yok, İYİP'in de HDP'nin katılması talebi yok. Söylenenler sadece bunu
tekrarlıyor.
Meral Akşener’in HDP’ye yönelik pozisyonu, CB adayı olmamasıyla uyumlu. CB seçimlerine Altılı Masa’nın parçası olarak, meclis seçimlerine ise Millet İttifakı ve İYİP olarak, kendi partisinin ideolojisiyle girecek.
HDP de meclis seçimlerine Emek ve Özgürlük İttifakı’nın parçası olarak ve kendi ideolojisiyle girecek. CB seçiminde ise umarım Altılı Masa’nın Türkiye’nin tümünü gözeterek belirlediği ortak adayı destekleyecek.
CB olma iddiası ve ihtimali olan Kemal Kılıçdaroğlu ise Kürtler ve HDP konusunda daha ılımlı ve kapsayıcı. Helalleşme çağrısıyla sadece CHP değil tüm kesimlere bir barış ve geçmişe değil geleceğe bakma çağrısı yapıyor. Bu da onun ve CHP’nin hedefleriyle uyumlu ve CB adaylığını temellendiren ve güçlendiren bir pozisyon.
Yazımızı Cumhuriyet’in kuruluş dönemine atıfla bitirelim. Hem başarıları hem yanlışlar ve eksikleriyle Cumhuriyet de hem küresel hem dahili olağanüstü bir dönemde inşa edilmişti. Ve tabii bu dönemde Mustafa Kemal’in kişiliği, karizmatik liderliği ve kişisel iradesi Türkiye’nin kuruluşuna damga vurdu. Ama bu dönemi sadece onun karizmatik otoritesi ve olağanüstü liderliğiyle açıklamak çok büyük bir hata olur (ve bu hata büyük bir kesim tarafından yapılagelmekte). Atatürk
gerek iç gerekse dış siyaseti çok iyi anladığı ve değerlendirdiği için ve her şeyden önce
çağına uygun bir fikriyata dayandığı için başarılı oldu. Kurtuluş Savaşını da sonrasını da bir
ekip ve (savaş sonrası inşa döneminde oldukça daralsa da)
koalisyon başardı. Radikal bir devrim olan Cumhuriyet ve Cumhuriyet devrimleri, o dönemde Çin’den Macaristan’a cari olan ulus devlet ve kalkınma/modernleşme anlayışının bir parçasıydı. Bir yüzyıl sonra farklı bir dünya ve Türkiye’de yaşıyoruz; ama o dönemin kazanım ve eksiklerinden ders alarak tarihi yeniden şekillendirme şansımız olabilir.
Bekleyecek ve göreceğiz diyerek olması mümkün değil.
Hayal edeceğiz ve yapacağız demek gereken ve bunu yapacak vizyon ve cesarete sahip liderlere ihtiyaç olan bir dönemdeyiz.