Bugün herkes ülkenin geleceği hakkında bir takım öngörülerde bulunmakta ve hem kişisel hem de siyasi geleceğe ilişkin varsayımlar üretmektedir
Temel bir tespit olarak şunu dile getirebiliriz; olağan zamanlarda yaşamadığımız için kimse olağan öngörülerde bulunmamalıdır. Büyük altüstlerin olduğu ve olacağı bir dönemden geçmekteyiz. Dolayısıyla dönemin ruhuna uygun bir tasarım için konuşmak daha doğru bir tavır olsa gerek
Türkiye siyaseti yine sınıfta kalmıştır. Ülkenin tarihsel problemlerini çözememiştir. Tasfiye olmak durumundadır. Yeni aktörler devreye girecektir. Ancak bu süreç hiç de olağan ve öngörüldüğü gibi olmayacaktır.
Bu kaotik ortamda CHP’nin daha devrimci bir çizgiye kaydığı ve kayacağı görülmektedir. Ülkenin kurucu partisi olan CHP, AKP’nin bütün bir rejimi değiştirmesine Kemal Kılıçdaroğlu’nun deyimiyle 'kan dökmeden' asla geçit vermeyecektir. Dolayısıyla AKP devlet gücünü arkasına aldığı oranda CHP de daha fazla topluma dönecek ve halk hareketlerinin merkezi olacaktır. Bu süreçte sosyalist soldan liberallere, modern yaşam sahibi merkez sağdan milliyetçilere kadar geniş bir yelpaze CHP içinde tutunmak zorunda kalacaktır. Bütün bu sürecin sonunda CHP varlığını koruyacaktır zira sitemin genetik kodlarını taşımaktadır. Daha öncede bu tür badireleri atlatan CHP, kendisini yeniden mevcut koşullarda tasarımlayacaktır.
Sağ siyaset ya AKP’den ayrılıp geleneksel stratejisini uygulayarak yeni bir parti kuracaktır ya da kalan kitlesini tümden yitirecektir. Hemen belirtelim ülkenin kurtuluşu sağ değil sol siyasettedir. Daha ileri bir tespit olarak İslam dünyasının yeniden inşası için Türkiye'den başlayarak solun bütün bir İslam coğrafyasında iktidarı; hem sol için hem de İslam coğrafyasının barışı, eşitliği, özgürlüğü ve huzuru için tarihi bir fırsattır.
Ulusların bağımsızlık çağında çok büyük ve inanılmaz bir devrime imza atmış olan Mustafa Kemal'e yapılacak en temel eleştiri cumhuriyeti Orta Doğu başta olmak üzere İslam coğrafyasına taşımaması ya da gündelik deyişle 'ihraç etmemesi'dir. Eğer bu yapılmış olsaydı başka tür bir İslam ve düzen yanı başımızda şekillenirdi... Elbette ki dönemin koşullarını ve imkanlarını çok zorlayacak bir durumdan söz ediyoruz. Ancak böyle bir fikir yeşertilmiş olsaydı bugüne kadar çok yol alınırdı. Kuşkusuz devrim ihracı bir tür hiyerarşik durumu ortaya çıkarmaktadır. Elbette ki kastımız Türkiye’nin cumhuriyet fikri ile bir tür yeni bir imparatorluk ya da nüfuz alanı inşa etmesi değildir. Eşitlik ve özgürlük temelinde farklı siyasal bir ilişkiselliğin kurulmasıdır. Emperyal yapıların Orta Doğu’daki baskınlıkları bilinmektedir. Mustafa Kemal elbette bunun farkındaydı. O sebeple “yurtta barış dünyada barış” ilkesini hep savundu. Ancak bir tür ideo-diplomatik yönelim ortaya koymuş olsaydı sonrasında çok farklı ilişkiler gelişebilirdi. Ancak tersi oldu; emperyal yapılar ve zengin Arap ülkeleri, emirlikleri, devletleri Vahabiliği ve Selefiliği ihraç ettiler. Bunun sonucunda cumhuriyet devrimi ve kitlesi bir tür Sünni-Arabi şekillenişe uğradı.
Bugün AKP işte bu miras üzerinden yeni bir rejim inşa etmek için her türlü imkanı kullanıyor ve her yere sızıyor. Biz her gün olan bitene şaşırıp, sürece alıştıkça da AKP kendi sistemini oturtuyor.
Bütün bu süreç bizi “varlık-yokluk” ikilemine getirmiştir. Ya AKP, CHP’yi; dolasıyla cumhuriyeti, modernleşmeyi, çağdaşlaşmayı, aydınlanmayı tasfiye edecek ya da CHP, AKP’yi; dolayısıyla muhafazakar, selefi, vahabi, Arabi anlaşıyı… Saflar netleştikçe çatışma ortamı oluşur. Devletin artık kendi kurduğu devlet olmadığını giderek farkına varan CHP, toplumcu ve halkçı bir çizgide bir direniş örgütleme yoluna gidecektir. En nihayetinde bu kavga birçok açıdan final kavgası olacaktır. Kazanan yeni bir ülke ve rejim kuracak, kaybeden bir daha kolay kolay iktidar değil siyasi bir yapı olarak bile varlığını sürdüremeyecektir.