Çalışma hakkı evrensel bir insan hakkı olarak, işçiye, bugün örgütlenme özgürlüğünü de tesis ediyorsa, bu, emek kesimlerinin mücadelesiyle mümkün olmuştur.Fakat, bu mevcudiyetin ihmal edilmesi ve tabiri caizse yalnızlaştırılması, emek sınıfının hanesine eksi olarak yazılmaktadır ne yazık ki. Bundan önce çoğu eşiklerde olduğu gibi…. Bu, dönülemeyecek bir yer değildir. Eşikler atlanır. Emek dediğimiz kesim kaybedenler kulübü olamaz. Bir kez yanlış yapıldığında hep yapılacağı ya da içinden bir kesim kaybettiğinde hep kaybedileceği anlamına gelmez. Dinamik, değişen, yenilenen ve tahmin ettiğimizden büyük kalabalıklara karşılık gelen bir kategori olarak sürekli büyüyen emeğin hakkı kazanmaktır aslında. Üstelik de takvimlerin, emeğin “zararına” olana alışık olması, bir gün ortadan ikiye parçalanmayacakları anlamına gelmez. Ayrımların en gerçeği olmayı sürdüren sınıfsal farklılıklar, aynı yere ait olan ve niceliksel karşılığı, düşmanını yerle yeksan edecek büyüklükte olanların birleşmesiyle mümkün olabilir bir gün. Yeter ki bir araya gelinsin. Ama önce tüm bu zorlukları, ırkımız fark etmeksizin aynı coğrafyada beraber göğüslüyoruz diye düşünülsün. Ülkemizdeki emek kesimleri olarak, mülteci emeğini kendimizden görmeye başladığımız bu noktada heyecanlanmaya başlayabiliriz işte. Ve şimdilik, buradan tutarak cetvelimizi, ileriye doğru bir çizgi çekmek farz-ı kifaye olabilir. Çizginin en uzaktaki ucunu, bize katılanlarla bir şeyi yapmayı tahayyül etmek uzatacaktır.
Farz-ı kifâye: Mülteciyi bizden saymak
Politikyol
Mülteci emeği olmaksızın, Türkiye’de çoğu sektöre ilişkin üretimi konuşmak neredeyse imkânsız denilebilir.
Ülkenin örgütlü emek kesimlerinden başlayarak, devlet-sermaye bloğunun varoluşsal olarak karşısındaki tüm toplumsal katmanların, mülteci emeğine sahip çıkmasının lüzumundan bahsetmiştik. Bunun kimi nedenlerini sıralamıştık. Ayrıca bu lüzumun yerine gelmemesi durumunda ortaya çıkabilecek tabloya da göz atmıştık. Tüm buraları biraz daha açmaya ve somutlamaya çalıştığımızda konuşabileceklerimiz şöyle olabilir:
Öncelikle, her geçen gün katıldığı safı oluşturanlarca en çok görmezden gelinen bu grup, emek basamağının en altındaki gerçekliğiyle ciddi bir hak kaybına uğramaktadır. Yaşam hakkının ihlâline kadar varan ve insanlık onuru denilen kavramın düzlemini ortadan kaldıran bu sürecin tüm bilinmezliğiyle devamı, yüzbinlerce mültecinin ülkenin nerdeyse her iş kolundaki varlığına engel olamamaktadır zira. Burada saymakla bitmeyecek ama ilk akla gelenlerden başlayarak dericilik, ayakkabıcılık, mobilyacılık, tekstil, kaynakçılık, oto tamirciliği ve yıkama, çobanlık, kâğıt işçiliği, inşaat işçiliği, garsonluk gibi iş kollarında mülteci emeği, bu alanların üretiminin vazgeçilmez bir parçasıdır. Bu emek olmaksızın, Türkiye’de bu sektörlere ilişkin üretimi konuşmak neredeyse imkânsız denilebilir hatta. Özellikle kol emeği gerektiren bu iş dallarından bugün hiçbir yerli işçinin mülteci işçiyle karşılaşmaması da işten bile değildir. Yani, mülteciler bahsi geçen her sektörde yerli emekle iç içe olarak ve belki de giderek büyüyen varlığıyla ülkemizdeki çalışma hayatının ana aktörlerinden biri olmaya adaydır. Bu kesimin, emek bloğuna fiili olmanın ötesinde toplumsal anlamda dahil olması, başta istihdam alanında yaşananlar olmak üzere sermayenin neden olduğu haksızlıklar karşısında büyük bir dirence vesile olabilir.
Bir diğer yandan bu gerçekliği hiç bilmemek ya da bilinse de onun karşısında kayıtsızlığı tercih etmek örgütlü toplamların, kendi tarihlerine ve bu tarihe adını veren mücadelesine yakışmamaktadır. Bu utancın bizim açımızdan en önemli sonucu ise çalışma hakkıyla yakalanan ivmenin tersine dönecek olmasıdır. Çünkü tam da bu mücadele tarihini kendisi yaratan işçi sınıfı, sendikal hak ve özgürlük boyutunu içeren istihdam edilme hakkıyla, sınıflararası çatışmayı, bu çatışmanın yatışması için bir politika olarak türetilen sosyal uyumun maskesini düşürürcesine kendi lehine çevirebilir. Uyumsuzluğun uyumu adını verdiğimiz ve devletin, varlık sebebi olan egemen sınıfın sürekliliği için geliştirdiği bu ironik araç, sadece ve sadece örgütlenen işçiyle amacına nail olamayacaktır. Ancak, emeğin, bir devletle olan statü bağının tartışılması, ya da daha dezavantajlının sırf vatandaş değil diye daha az gündeme alınması sosyal uyumu yeniden işletecektir. Ve sermaye, mülteci emeği gibi bir kalabalığı, emek bloğundan itilmiş olarak gördüğünde kadim amacı için kolları sıvayacaktır yeniden: Eşitsizliği, dirençsizlik karşısında payidar kılmak!
Oysa, çalışma hakkı evrensel bir insan hakkı olarak, işçiye, bugün örgütlenme özgürlüğünü de tesis ediyorsa, bu, emek kesimlerinin mücadelesiyle mümkün olmuştur. Kısacası, sermaye karşısına dikilmenin bugünden daha zor olduğu zamanlarda, önemli kazanımlar elde edilebilmiştir ziyadesiyle. Bu güzel günler örgütlülükle mümkün olabilmiştir. Sendikal hak ve özgürlük, kendi sınıfından olanları, kendi safına çekmek ve sermayenin yarattığı eşitsizliğe karşı yaratılan barikatı genişletmektir belki de en çok. Her seferinde konjonktürün getirdiklerini baz alarak bu safa katılanları ayırt etmek örgütlülüğün bir uzantısı olabilmelidir. Bu yüzden, mülteciyi kendimizden sayıp ve onu, yoksulluğun içimizdeki en ağır faturasını ödeyen olarak görmekle güzel günlere dönülebilir.
Yorumlar
Popüler Haberler
Deniz Zeyrek, Sözcü gazetesinden ayrıldı
Mahkeme tespit etti: Boğaziçi Üniversitesi, mülakatta usulsüzlük yapmış!
MSB kaynakları, Bosna'da görev yapan Türk askerinin pedofili suçunu doğruladı
Adaylık kulisi: 'İktidarı en mutsuz edecek' İmamoğlu-Yavaş formülü
Otopsi raporu ortaya çıktı: Rojin'in ölüm nedeni belli oldu
Ahmak davası: AYM’nin İmamoğlu kararı 9 ay sonra Resmi Gazete'de