Oskar Schindler, esas gücün her istediğini yapmak olmadığını söylemişti Amon Göth’e… Film bize Göth’ün bu sohbetten sonra biraz olsun değiştiğini söylüyor, her gün sorgusuz sualsiz vurduğu insanları bağışlamaya başlamış. Andre Malraux’nun o meşhur sözünü duymuşsunuzdur: “Bir hayat hiçbir şey değildir ama hiçbir şey de bir hayat değildir.” Savaşın başlangıcında Oskar Schindler için bu cümlenin sadece ilk yarısı doğruydu, savaş biterken diğer yarısı. Nazi Partisi’nin üyesiydi, bazılarıyla içli-dışlıydı, hiçbir değeri olmayan mahkumların köle emeğinden büyük vurgun yapmaya çalışan bir muhtekirdi… Büyük bir servet edindi başta, öldürülmemek karşılığında çalıştırılan işçiler kurduğu emaye fabrikasında kap kacak üretiyorlardı ve o her gün servetine servet katıyordu. Bu parayla ipek takımlar giydi, insanlara pahalı hediyeler aldı, büyük partiler verdi… Har vurup harman savursa da bitiremeyeceği bir servete ulaşmıştı. Beşparasız bir adamken büyük servete kavuşma düşüncesi insanın “kendini gerçekleştirmesinin” en somut hali olsa gerek. İmrendiğin her şeyi yapabilecek bir konuma yükseldiğinde, hesabı kitabı bir kenara bırakıp gönlünce harcadığında, servetin getirdiği gücü, nüfuzu tattığında, sadece senin canın öyle istediği için birçok şeyin öyle yapıldığını gördüğünde… Hayatta varmak istediğin yere varmış oluyor musun? Oskar Schindler, çok kısa bir süre sonra, hiç tanımadığı insanların hayatlarını kurtarabilmenin bütün bu servetten daha değerli olduğunu fark etmiş. Ve bu kez servetini o insanların hayatlarını kurtarabilmek için rüşvet olarak dağıtmaya başlamış. Yani, o insanların emeği ile yaptığı serveti onların hayatlarını kurtarmak için bir nevi iade etmiş. İnsanlar onun üstünden bir hülleyle özgürlüklerini satın almışlar. Yapmasaydı belki çok daha büyük servetler elde edecek ama en az binyüz insan ölmüş olacaktı. Hangisi daha güçlü biri kıldı Schindler’i? Hiç tanımadığınız insanların hayatları pahasına bütün birikiminizden vazgeçer misiniz? Tabii ki vazgeçmezsiniz, hiçbiriniz, hiçbirimiz varsa oturduğumuz evi veya cep telefonumuzu satıp parasını gidip de ihtiyacı olanlara vermeyiz -veremeyiz. Ne zaman ki o tanımadığımız insanlarla bir şekilde tanışıyoruz, onlar bizim hayatımıza dokunuyor biz onlarınkine, aramızda belki başlarda olmasını arzu etmediğimiz bir ilişki kuruluyor ve onlar çeşitli sıfatlardan başkalaşıp bizim için bilindik birine dönüşüyorlar. Artık Yahudi olmuyorlar, Türk, Alevi, Japon hiçbiri olmuyorlar, doğrudan o insan oluyor, bütün acısıyla, insan duygularıyla, etiyle kemiğiyle. Ve, o zaman biz de değişiyoruz. Hayatımıza o yeni insanların girmesi farkında olmadan bizi de değiştirip dönüştürüyor, bir bakıyoruz eldekini avuçtakini o insanlar için harcamışız gitmiş. Doğrusu ya, bunu yapmak bize satın alabildiğimiz somut her şeyden büyük bir tatmin sağlıyor. Filmin unutulmaz repliklerinden biri de güç üzerinedir. Acımasızlığıyla nam salmış olan Plaszow Toplama Kampının Komutanı Amon Göth, insan öldürmeyi adeta bir eğlenceye çevirmişti. İnsan yiyen vahşi köpekleri bir yana, o da villasının balkonundan tüfeğinin dürbünüyle nişan alır ve köle gördüğü mahkumlarını ortada hiçbir sebep yokken vururdu. Kendi eliyle bir yeryüzü cehennemi inşa etmişti orada. Yüzlerce insanı bizzat öldürmüş, yüzlerce çocuğu ise Auschwitz’e gaz odalarında ölmeye göndermişti. Oskar Schindler, esas gücün her istediğini yapmak olmadığını söylemişti Amon Göth’e, “esas güç yapabilecekken yapmamaktır, affedebilmektir.” Film bize Göth’ün bu sohbetten sonra biraz olsun değiştiğini söylüyor, her gün sorgusuz sualsiz vurduğu insanları bağışlamaya başlamış. Gelgelelim, Göth’ün kaderi de Auschwitz Komutanı Höss’ten farklı olmadı, bir sanatoryumdan çıkarıp darağacına yolladılar. Yani, biz -Schindler’in tabiriyle esas gücü kullanıp- Göth’ün canını bağışlamadık. Peki, eğer yücelmenin koşulu bağışlayabilmek ise biz Göth’ün gerisinde mi kaldık? Bunu söylemek de mümkün değil, o günün şartlarında, “bir daha onun gibiler gelmesin”, “kimse onların yaptıklarını yapmasın” korkusu bizi gücümüzü böyle göstermemizi mecbur ediyordu. Göth belki bağışlanmadı ama bu çıldırışa gönüllü asker yazılan sıradan insanların neredeyse tamamı bağışlandı. Kimdi SS eşliğinde evinden sürülüp atılırken onlara tüküren komşuları? Malları yağmalayanlar kimlerdi? “Ne oldu, bu insanlar nereye gitti, niye geri dönmüyorlar?” diye bir an olsun düşünmeyen, sormayan, sorgulamayan kimlerdi? “Yürüyün, gidiyoruz” diye kalabalıkları peşine düşüren o birkaç kişiyi bağışlayamaya gücümüz yetmiyor ama yürüyen yüzbinleri bağışlayabiliyoruz. Hayatın tuhaflıklarından biri de bu sanırım. Schindlerin Listesi’nin sonunda, insanlar mezarına taş bırakmaya gelirken o binyüz kişinin bugün altıbine çıktığını öğreniyoruz. Tank kovanı, harp mühimmatı, mermi üreteceğim diyerek Auschwitz’e gönderilmekten kurtardığı binyüz mahkuma hiçbir iş yaptırmayan Oskar Schindler’in fabrikası, Spielberg’in filmdeki tabiriyle, “tam bir üretimsizlik timsali” olarak çalışmış. Savaş bitip de Almanlar teslim olduğunda, siyasi ve ekonomik bütün gücünü o insanları kurtarmak için harcayan Schindler, hepsine artık özgür olduklarını söylüyor. Yakasında, bütün bu dalaverayı çevirebilmesine imkân sağlayan Nazi Partisinin rozeti. Artık roller değişmiştir, Oskar kaçmak zorundadır. Bu kez işçiler ona şükranlarını sundukları bir mektup verirler, olur da Müttefik askerlerinin eline geçerse hepsi lehine şahitlik yapmaya hazır binyüz Yahudi’nin olduğunu görsünler diye. Bir Nazi, bin Yahudi’yi kurtarır; sonra, bin Yahudi’yi o Nazi’yi ölümsüz kılar… Hayatın tuhaflıkları saymakla bitmez. Bir bakmışsın, Yahudiler bir Nazi’ye teşekkür etmek için ölmeyecek bir ağaç dikmişler.