Türkiye’de hürriyet ve demokrasi mücadelesinde hep bedeller ödendi, hep kanlar döküldü. Verilen ilk kurban da Mithat Paşa oldu. Şimdi demokrasimizin yeniden inşası istikametinde oy kullanmak, ilk demokrasi şehidimize bir saygı duruşu olacaktır. Önceki gün Ekrem İmamoğlu’nun Erzurum’daki mitingi 100-150 kişilik bir provokatör kalabalığının saldırısına uğradı. Atılan taşlarla yaralanan küçük çocuklar, ihtiyar dedeler uzun zaman akıldan çıkmayacak görüntülerle hafızamıza kazındı. Birkaç saatliğine Erzurum, bir kıvılcımla Maraş, Sivas katliamlarının vahşet sahnelerinin yaşanabileceği bir kaotik hâl aldı. Fakat belli ki, saldırganlar, bu tedhiş olayının arkasındaki çevrelerin isteğiyle akşam saatlerinde dağıldı, olaylar sönümlendi. Bir facianın belki de eşiğinden döndük. Seçim sath-ı mailine girildiği zaman, muhalefet partilerine yönelik provokatif saldırılar yapılması siyasi tarihimizde yaygındır. Bunun geçmişini 1912’deki sopalı seçimlere kadar götürebiliriz. Cumhuriyet döneminde ise Demokrat Parti’nin son yıllarında İsmet İnönü’ye karşı cinayet ve linç girişimleri, Yeşilhisar, Uşak, Topkapı olayları ve 1977 seçimlerinde kampanyasını yapan Bülent Ecevit’e yönelik Şiran ve Niksar’daki provokasyonlar toplumsal hafızada iz bırakmışlardır. 2015’te HDP’ye yönelik tezgahlanan 5 Haziran 2015 Diyarbakır terör saldırısı başta olmak üzere kanlı girişimler de PolitikYol’un en genç okurlarının dahi belleğinde olsa gerektir. Türkiye’de kökünü yüzyıllarca geriye götürebileceğimiz bir politik şiddet sorunu olduğu kesindir. Bu temelde bir politik kültür meselesidir. Fakat kültür de belli şartların neticesi olarak ortaya çıkar, kültürü özselleştirmek, ezeli ve ebedileştirmek, “Biz Türkler” veya son zamanlarda lüzumsuz ve yanlış olarak yayılan tabirle “biz Ortadoğulular” olarak kolektif kimliğimize değişmez nitelikler atfetmek yanlıştır. Öte yandan Türkiye’de 1970’lerdeki politik şiddette, Soğuk Savaş mantığı içinde, ABD’nin Latin Amerika’daki Kondor Operasyonu’nu anımsatacak şekilde dış tahrikler olsa da bu olguyu salt bir emperyalist komplo olarak açıklamak da hatalıdır. Söz konusu şiddet sarmalı çok fazla unsura ve katmana dayanan, karışık bir siyasi-toplumsal gerçekliğin neticesidir. Son yıllardaki politik şiddet olayları ise çok bariz olarak iktidar merkezli bir politik stratejinin parçası olarak nitelenebilir. Buradaki temel düşünce, otoriter rejimin inşası yolunda muhalefeti sindirmek, ümitsizlik ve atalete sürüklemek, böylece iktidarı daha mütehakkim kılmaktır. Maalesef bunun büsbütün başarısız da olduğunu söyleyemeyiz. Yine de 2017’deki Adalet Yürüyüşü’nden itibaren izlediğimiz muhalefetin bütünleşme süreci bu stratejinin etkisini bir hayli azalttı. Zira muhalefet partileri, partilerden de öte, muhalif çevreler, bireyler tek başına oldukları zaman kolayca izole edilebilmekteyken, birleşik bir muhalefet bloğu, dayandığı geniş sosyal tabanın da etkisiyle bu tahakküm stratejisini engellemektedir. “Örgütlenmiş bir halk asla yenilmez” sloganının en basit toplumsal karşılığı işte böyle bir popüler mukavemet mekanizmasıdır. Bu popüler örgütlülüğün salt Millet İttifakı muhalefetteyken değil, iktidara gelince de sürdürülmesi gerekir. Zira gerçek bir demokratik toplum ancak örgütlülükle kurulabilir. Bugünün muhalefet bloku yarının kurucu iradesidir.
Kemal Kılıçdaroğlu bu süreçte, siyasi tarihimizde eşi benzeri bulunmayan bir liderlik vazifesi görmektedir: Kendini kitlede eriten, eşitler arası birinci olmayı olgun biçimde kabul eden, her türlü şahıs kültünden ari olan lider.
Danimarka yahut İsveç’te yaşamıyoruz, lakin halkımızın demokrasi tecrübesini ve demokratik olgunluğunu hafife alanlar hata ederler. Demokrasi tecrübesi bakımından, bağımsızlık mazisi çok gerilere gitmeyen Afrika, Asya devletleri bir yana, Doğu Avrupa’nın birçok ulusuyla bile kesinlikle kıyas kabul etmeyecek zengin bir demokratik deneyimimiz vardır. Kırık-dökük, belki kesintili, istibdat fetretleriyle dolu, ama geniş bir tarihsel perspektiften uzun sürece baktığımızda Türkiye’yi etrafındaki birçok ülkeden ayıran bu geçmiş, her şeye rağmen ülkemiz için büyük bir şanstır. Olgunluk ise, tıpkı kültür gibi, uzun yılların mahsulüdür. Türkiye’nin demokratik kültürü, otoriter, kişiselleşmiş, keyfi idareden bunalmış kalabalıkların ızdıraplarıyla olgunlaşmaktadır. Bu deneyim, önümüzde açılacağını ümit ettiğimiz demokratik yeniden inşa döneminde, Türkiye demokrasisinin daha doğru temeller üzerine kurulup, daha sağlam şekilde yeniden inşa edilmesinde mühim rol oynayacaktır. İşte Kemal Kılıçdaroğlu bu süreçte, siyasi tarihimizde eşi benzeri bulunmayan bir liderlik vazifesi görmektedir: Kendini kitlede eriten, eşitler arası birinci olmayı olgun biçimde kabul eden, her türlü şahıs kültünden (evet söz gelimi Ecevit örneğinde gördüğümüz “demokratik şahıs kültü”nden de) ari olan lider. Baba değil kardeş, patron değil yoldaş. Futbol tabiriyle ifade edersek, “şahsi oynamayan” ama iyi bir oyun-kurucu olarak rakip kaleye yapılan tüm akınları yönlendiren yetenekli bir “10 numara”. Sırtımızda ağır bir tarihin yorgunluğu var. Sadece son yirmi bir yılı, tüm detaylarıyla anımsayanlarda değil, AKP’nin ilk dönemlerini hayal-meyal hatırlayan gençlerde dahi bu usanmışlık duygusu mevcut. Ancak tüm bu yorgunluklar, tüm bu çileler, sadece daha parlak bir gelecek yakın ise anlamlı olurlar. 14 Mayıs 2023 günü sandık başına giden her seçmen, demokrasimizin, parlamentomuzun ne tarihsel badireler ne acılar ne altüst oluşlarla, oyuncak küplerden bir kule gibi inşa edildiğini hatırlamalı. Ve Anayasacılığımızın ve ilk parlamentomuzun babası, Mithat Paşa’nın Taif’te sürgünken, 139 sene önce, yine bir bahar gecesi, kendisini şehit etmek için gelen Abdülhamid’in cellatlarına söylediği son sözleri asla aklından çıkarmamalı: “Benim gibi maktullerin kanı zayi olmaz, benim kanım diridir, yatmaz.”  Evet, Türkiye’de hürriyet ve demokrasi mücadelesinde hep bedeller ödendi, hep kanlar döküldü. Verilen ilk kurban da Mithat Paşa oldu. Şimdi demokrasimizin yeniden inşası istikametinde oy kullanmak, ilk demokrasi şehidimize bir saygı duruşu olacaktır.