Enflasyonla devlet işletmelerin çalışma sermayesini vergilemektedir. Bu günümüz modern ekonomilerinde, devletlerin dolaylı yoldan sermayeye el koymasıdır ve bir hak ihlalidir. İnsanoğlu zenginlik peşinde koşar durur.  Ama zengin olmak kadar, sahip olduğu zenginliği korumak da sorun olur hayatı boyunca. Zenginliği ararken harcadığı birçok kaynağa tekrar sahip olamayacağını bilir. Hele bir de bu harcanan onun hayatı ise… Sakın yanlış anlaşılmasın. İnsanların sahip oldukları zenginliklerin üzerine, “ilkel toplumlarda” ve “hukuk sisteminin” zafiyete uğradığı ülkelerde olduğu gibi birtakım çetelerin, grupların çökmesi gerekmez. Günümüz ekonomilerinde servetimizi kaybetmenin o kadar çok dolaylı yolu var ki. Günümüz dünyasında, en azından bazı insanların sahip olduğu zenginliğin boyutu o kadar büyük ki, onları geleneksel şekillerde tutabilmek mümkün değil. Modern toplumlarda servet daha çok finansal olarak biriktirilmekte ve böyle bir forma sahip servetin korunabilmesi de ayrı bir problem haline gelmektedir ister istemez. “Hukukun üstünlüğünü” tanımış, “özgürlükçü”, “demokratik” ve “serbest piyasa” sisteminin geçerli olduğu ekonomilerde servetimizi korumanın yolu onu çeşitli yatırım araçlarına yatırmaktan geçiyor. O yatırım araçlarının bize sağlayacağı getirilerle servetimizin miktarı artmasa da, en azından değerini korumayı arzularız.  Bu aslında kapitalist bir toplumun olmazsa olmazlarından olan “mülkiyet hakkı” ile ilgilidir. Hemen unutmadan söylemekte yarar var. Mülkiyet hakkı birikim ile birlikte anlam kazanır. Birikimin olmadığı yerde mülkiyet hakkından bahsedebilmek pek mümkün olmaz. Birikim aynı zamanda ekonomideki sürekliliği sağlayan bir unsurdur. Her toplumun olmazsa, olmazlardandır. Kaçınamazsınız. Ama kimin ve nasıl birikim yapacağını belirleyebilirsiniz. Bu da siyasi sisteminizle ilgili bir sorudur. Günümüzde piyasa ekonomisine sahip olan devletler mülkiyet hakkını tanıyarak, bireylerin servet biriktirmelerine olanak tanırlar. Ancak bu birikimin yolu ve büyüklüğü konusunda çok fazla sınırlayıcı olmazlar. Ancak şimdi bu tartışmaya girmek anlamsız; başka bir tartışma konusu. Bu aşamada hatırlatmakta fayda var. Mülkiyetin sadece gayrimenkul sahipliliği olarak düşünülmemesi gerekmektedir. Bu hak, her şekilde sahip olunan zenginliklere sahip olabilme hakkındır aslında. Günümüz ekonomilerinde insanlar zenginliklerini gayrimenkulünde dâhil olduğu, farklı formlarda tutabilirler.  “Mülkiyet hakkı” tüm bu formlarda oluşan zenginliklere sahip olabilme hakkını temsil ediyor günümüzde. Devletlerinin mülkiyet hakkını tanımaları ve saygı duymaları, aynı zamanda o hakkın korunması için girişilen gayretlerin meşrutiyet sınırlarını oluşturulmasını zaruri kılar.  O sınırların korunması da ayıca devletin teminatları altına alınmalarını gerektirir. Bu, insanların servetlerini serbestçe değerlendirilebilme özgürlüğü sağlamayı ve bunun için alternatif tasarruf araçlarının oluşturulmasını da kapsar. Günümüz ekonomilerindeki kapsamı genişletilmiş mülkiyetin güvencesi olan devletler, zenginlerin ve genel anlamda tasarruf sahiplerinin kendi hür iradeleriyle tercih edecekleri mali araçlara ait piyasaların işleyişinden sorumludurlar. Devletin veya başkalarının mali kaynakları kendi çıkarları doğrultusunda mobilize etmesi arzu edilmez. Zira böyle müdahaleler tasarruf sahiplerinin tercihlerinde sapma yaratarak, sahip oldukları servetin ve tasarrufların değerlerindeki istikrarın bozulmasına neden olur.
İster “iç güç”, isterse “dış güç” olsun. İtibarını kaybetmek istemeyen hükümetler vatandaşlarına verdikleri sözde durabilmek için enflasyonla mücadele etmek Z-O-R-U-N-D-A-D-I-R.
Bundan kasıt şudur: Günümüz ekonomilerinde sahip olunan değerler belli bir para birimi ile ölçülür; Türk Lirası ve Amerikan Doları gibi. O ölçüde kullanılan birimin satın alma gücünde sağlayacağı istikrar, aynı zamanda sizin sahip olduğunuz değerin de istikrar anlamına gelir. Bilindiği gibi pazarlarda alışverişlerde kullanılan terazilerdeki kiloların ağırlıkları bir kamu otoritesinin kontrolü altındadır. Bu kamu otoritesi bazen Ticaret Bakanlığı, bazen de belediyeler olabilir. Bu kurumların amaçları kiloların fiziki ağırlığının üzerinde yazılan değer kadar olmasını sağlamaktır.  Yani çarşıda, pazarda satın alınacak miktarda istikrarı sağlamaktır. Her alışverişte terazide kullanılan kiloların fiziki ağırlıklarının eksilmesi, sizin de satın aldığınız ürünün fiziki olarak miktarının azalması demektir. Para da bu anlamda kullanılabilecek bir ölçü birimidir ve o para ile ölçülen değerin satınalma gücündeki istikrar o paranın talebinde en belirleyici unsurdur. Bu para biriminin satınalma gücünün istikrarını sağlamak bir kamu otoritesinin görevidir. O kurumun adı, her yerde olduğu gibi, bizde de Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasıdır (TCMB). Devletin tanıdığı mülkiyet hakkımızın kapsamı dâhilindeki değerleri korumak bu vesileyle TCMB’nin sorunluluğu altındadır. Bu sorumluluk basit bir iktisadi konudaki sorumluluk değil, aksine Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ile tanınan temel haklardan birinin icra edilmesi ile ilgili bir sorumluluktur.
Enflasyon insanların mülkiyet haklarını erozyona uğratan ve mücadele edilmesi gerekli bir faktördür.  Bu yüzden sorumluluk sahibi ülkeler enflasyonu itibar meselesi yaparlar.
Bu nedenle “enflasyonu” salt ekonomik bir mesele olarak görmek eksik bir bakış olacaktır. Aynı zamanda mülkiyet hakkının korunması kapsamında bir siyasi sorumluluk olduğu da düşünülmelidir. Enflasyon insanların mülkiyet haklarını erozyona uğratan ve mücadele edilmesi gerekli bir faktördür.  Bu yüzden sorumluluk sahibi ülkeler enflasyonu itibar meselesi yaparlar. O ya da bu nedenden ötürü ülkeler yüksek enflasyonla karşılaştıklarında, itibarlarının zedelendiğini düşünürler. Böyle bir durumla karşılaşan vatandaş, sahip oldukları zenginliğin değerindeki değişimi ölçmek, dahası bu değeri koruyabilmek için farklı para birimlerine yönelebilir. Bu da enflasyon nedeniyle itibar krizi içinde olan ülkenin itibarını daha çok zedeler. Bu durumda enflasyonun neden kaynaklandığının bir önemi yoktur. İster “iç güç”, isterse “dış güç” olsun. İtibarını kaybetmek istemeyen hükümetler vatandaşlarına verdikleri sözde durabilmek için enflasyonla mücadele etmek Z-O-R-U-N-D-A-D-I-R. Bu işle görevlendirilen kurumun bu mücadelede pasif davranması arzulanmaz. Doğruluğu ne uygulamada ne de bilimsel olarak teoride ispatlanmamış yöntemlerle bu mücadeleyi yürütmesi de kamuoyunda kabul görmez. Bir süreden beri Türkiye’de yaşanan enflasyonun ekonomi üzerinde birçok etkisi görünmektir. Bunlar kamuoyunda sıkça tartışılıyor. Genellikle sıradan vatandaşın alım gücüne yaptığı etki kamuoyunda ilgi çekmekte ve tartışılmaktadır. Ama sorun bundan çok daha derindedir. Enflasyonun mülkiyet hakkında yarattığı etkiler itibariyle bu tartışmalarda gözden kaçan önemli bir husus daha var. O da enflasyonun Türkiye’deki işletmelerin “çalışma sermayeleri” üzerinde yarattığı olumsuz etkidir. Hür teşebbüsü esas alan bir ülkede bu, bir bakıma özel teşebbüsün mülkiyetinde olan sermayenin elinden kayıp gitmesi anlamına gelmektedir. Mülkiyetinin kendi rızası dışında oluşan sebeplerle başkasının eline geçmesidir. Doğrudan el koymak olmasa da, dolaylı yoldan vatandaşın sahip olduğu mali değerlere el konulmasıdır. Ülkemizde enflasyon giderek “kurumsallaşırken”, enflasyon muhasebesine geçmeye izin vermeyen hükümet, işletmelerin gerçekte para kazanmasalar da, muhasebe kayıtlarına yansıyan, enflasyonla şişmiş nominal değerler üzerinden vergi alarak, işletmelerin sermayelerini hazineye aktarmaktadır. Dolayısıyla enflasyonla devlet işletmelerin çalışma sermayesini vergilemektedir. Bu günümüz modern ekonomilerinde, devletlerin dolaylı yoldan sermayeye el koymasıdır ve bir hak ihlalidir. Bugünlerde serveti olmayan vatandaş “satınalma gücünü”, serveti olanlar ve bu serveti bir şekilde enflasyona karşı koruyamayanlar da “servetlerini” devlete devretmektedirler. Her iki duruma yol açan enflasyon, bireylerin mülkiyet haklarının bizzat devlet tarafında suiistimal edilmesi anlamına gelir.
Ülkemizde ise, devlet ile kıyaslandığında birey ve bireyin sahip olduklarına verilen önem çok daha azdır. Kanımca bu bakış açısı, ülkemizdeki mülkiyet hakkının korunmasına yönelik taleplerde bireyin sınırlarını belirlenmektedir.
Ülkemizde çok uzun yıllar kronikleşmiş yüksek enflasyon dönemleri yaşanmış olsa bile, bunun vatandaşın siyasi tercih ve taleplerine net bir şekilde yansımadığı görülmektedir. Vatandaş yüksek enflasyonu bir kadermiş gibi kabullenip, onunla yaşayabilmektedir. Bunun birçok nedeni olabilir. Ama bir nedeni de ülkemizdeki geniş kitlelerin, özellikle küçük büyük tüm tasarruf sahiplerinin arasında “mülkiyet mefhumunun” çok gelişmiş olmamasıdır.  Batı toplumlarında kapitalizme geçiş ve onun temelini oluşturan mülkiyet hakkının gelişimi ülkemizdekine göre çok daha önceleri başlamıştır. Bu da onların enflasyon gibi vatandaşın mülkiyetindeki değerleri tehdit eden ekonomik faktöre karşı daha duyarlı olmalarına yol açmıştır. Ülkemizde ise, devlet ile kıyaslandığında birey ve bireyin sahip olduklarına verilen önem çok daha azdır. Kanımca bu bakış açısı, ülkemizdeki mülkiyet hakkının korunmasına yönelik taleplerde bireyin sınırlarını belirlenmektedir.  İnsanlardan sahip oldukları haklardan “beka”, “devlet” ve “birlik” söylemleriyle kolayca vazgeçmeleri beklenmekte ve bu bahanelere dayanarak insanların sahip olduklarına kolayca el konulabilmektedir. Bu söylemler, bizim gibi ülkelerdeki kamu otoritelerinin mülkiyet haklarını suiistimallerine meşruiyet kazandırmak içim sıkça başvurulur. Son yirmi yıldır Türkiye çok değişti. Bakalım toplum bu kez, yaşanan enflasyonla elinden alınan değerleri ve hakları daha iyi savunacak mı? Önümüzdeki seçimlerde serveti olanlar birikimlerini, olmayanlar da satınalma güçlerinin korumanın peşine düşecektir. Eşitsizliklerin çok arttığı bugünkü Türkiye’de enflasyon, farklı kesimleri, farklı nedenlerden ötürü birleştiren ortak bir unsur haline geldi. Şayet mülkiyet mefhumu gelişmiş bir topluma dönüştüysek, mülkiyetimizde olan değerlere yönelik en büyük tehdidi oluşturan enflasyona karşı gösterilecek tepki, gelecek seçimlerin sonuçlarında çok daha fazla belirleyici olacaktır. Bunu bekleyip göreceğiz.