Oxfam’in son raporuna göre dünyanın en zenginlerini oluşturan yüzde 1'lik kesimin serveti, 6,9 milyar insanın yani geriye kalan herkesin servetinin iki katından fazla. Bu denli ayrışmış kesimlerin bir arada huzur ve refah içinde yaşayabileceklerini savunmak anlamsız. Sanayi Devrimi sonrasında ivmelenen ekonomik kalkınma hamleleri, zenginlik ve refah seviyesi artan toplumların insani kalkınmada da sıçrama yaşayacakları düşüncesi üzerine inşa edilmişti. Serbest piyasa ekonomisinin görünmez eli ve piyasa dinamikleri aracılığıyla üretim sonucu elde edilen zenginlik “adil” bir biçimde dağıtılacak, bu durum da bazı ö nkoşulların varlığı dahilinde, toplumsal ve insani kalkınmayı beraberinde getirecekti. Bu şiarla hareket eden sistemin ağır tökezlemelerine tanık olmaya başlayalı uzun zaman oldu. Ancak bizlerin ekonomik ve insani kalkınmanın eş anlamlı olmadığını, bu zenginleşmenin çok ağır toplumsal ve çevresel sonuçları olabileceğini idrak etmemiz yaklaşık olarak 21. yüzyıl başlarına tekabül ediyor. Kalkınmanın ekonomik büyümeden ibaret olmadığını, bir şirketin, bir ekonominin ve dünyanın sürdürülebilirliğinin aslında aynı yoldan geçtiğini ancak başımıza ağır iklim felaketleri, toplumsal ayrışmalar ve ekonomik krizler geldikten sonra görmeye başladık. Haliyle artık gündemimiz, bütün bu tarafların varlıklarını koruyabilmeleri için nasıl ortak bir şekilde hareket edebilecekleri. Sürdürülebilirlikle ilgili tartışmaların çerçevesi çok geniş olmakla birlikte, son yıllarda en fazla kabul gören çerçeve, İngilizce olarak çevresel, sosyal ve yönetimsel sürdürülebilirlik kelimelerinin baş harfleriyle anılan ESG çerçevesi. Devletlerin, sivil toplumun ve şirketlerin gündemindeki yerini giderek ağırlaştıran bu konu, önümüzdeki yıllarda önemini daha da arttıracak. ÇEVRESEL SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK Sürdürülebilirlik ve sorumluluk denildiğinde akla gelen ilk boyut olan çevresel sürdürülebilirlik, en ağır ve öncelikli sorunumuz. Sorunun ağırlığı ve boyutu, özel sektör, kamu, kalkınma kuruluşları ya da sivil toplum tarafından tek başına çözülemeyecek bir sorun haline gelmesine neden olurken, hükümetler de çevresel sürdürülebilirlik açısından ağır yaptırımlar içeren yasaları ardı arkasına geçiriyorlar. Öte yandan bu yasaların uygulamasına ilişkin olarak başta denetimsizlik olmak üzere pek çok sorun da beraberinde geliyor. Bugünden başlayarak 2030 yılına kadar sera gazı emisyonlarını her yıl yüzde 7.6 oranında azaltmazsak bu yüzyılın sonunda dünya 3 derece daha ısınmış olacak ve iklim felaketleri açısından geri dönülemez eşiği geçmiş olacağız. Üstelik emisyonlar çevresel sorunlarımızdan yalnızca biri. Ancak ne büyük ülkeler tarafından bir türlü imzalanmayan uluslararası protokoller, ne de caydırıcı olmayan yaptırımlar bu sorunları çözebiliyor. Bu hafta Paris Anlaşması’nı onaylamayan son altı ülkeden biri olma ayıbından kurtularak, anlaşmanın meclise taşınacağı haberini aldık. Ancak araştırmalar anlaşmayı imzalayan hiçbir ülkenin şimdiye kadar vaat ettiği emisyon oranlarına ulaşmadığını da gösteriyor. Yani verilen sözler, kağıt üzerinde kalıyor. SOSYAL SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK Sürdürülebilirlik boyutlarından ikincisi ve daha az bilineni ise sosyal sürdürülebilirlik. Sosyal sürdürülebilirlik, en kısa tanımıyla sağlıklı, refah seviyesi yüksek ve yaşanabilir topluluklar oluşturabilmek anlamına geliyor. Eşitlikçilik, çeşitliliğin kucaklanması, toplumsal adaletsizliklerin ortadan kaldırılması, katılımcılık ve demokratiklik açılarından gelişmiş toplumların bir arada kalabilme, birlikte refah içinde bir yaşam düzeni oluşturabilme ihtimalleri, yani sosyal sürdürülebilirlikleri artıyor. Pandemi sonrasında bu konu çok daha fazla önem kazandı ve kazanmaya devam edecek. Toplumsal ayrışma ve kutuplaşmaların hayatlarımızın yaşanabilirliği ve geleceğimiz üzerinde nasıl bir etkiye sahip olduğuna yakından tanık oluyoruz. Toplumun dezavantajlı olarak nitelendirilen kesimlerine dikkatle baktığımızda ise bu dezavantajların çok büyük bir kısmının toplumsal olarak inşa edildiğini ve bir zincir halinde birbirini beslediğini görüyoruz. Örneğin düşük gelirli bireylerin yüksek gelirli bireylere kıyasla eğitim imkanlarına erişimlerinin çok daha kısıtlı oluşunun, yoksulluğun kısır döngüsünü beslemesi gibi… Yoksullukla mücadele amacıyla kurulan uluslararası yardım kuruluşu Oxfam’in bu yıl içinde yayımladığı rapora göre dünyanın en zenginlerini oluşturan yüzde 1'lik kesimin serveti, 6,9 milyar insanın yani neredeyse geriye kalan herkesin servetinin iki katından daha fazla. Bu veriler dahilinde toplumun birbirinden bu denli ayrışmış kesimlerinin bir arada huzur ve refah içinde yaşayabileceklerini savunmak anlamsız. Dolayısıyla gelir uçurumu ve bu uçurumu derinleştiren her türlü ayrıştırıcı mekanizma, toplumsal sürdürülebilirliğe darbe vuruyor. Gelir adaletsizliği elbette tek sorunumuz değil. Cinsiyetçilik, engelli hakları, mülteci hakları, LGBTİ hakları, ırkçılık  vb. pek çok sorun, ayrıştırma ve ötekileştirme, ağır toplumsal sorunlar yaşamamıza neden oluyor. Bu sorunların çözülmemesi durumunda toplumsal refahın ve huzurun sağlanabilmesi, böyle bir ortamda da bireylerin ve kurumların varlıklarını sağlıklı bir biçimde sürdürmeleri mümkün değil. YÖNETİMSEL SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK Üçüncü sürdürülebilirlik boyutu ise yönetimsel sürdürülebilirlik. Burada da kurumlar, şirketler, devletler ve toplum arasındaki ilişkiler devreye giriyor. Yönetimsel sürdürülebilirlik her türlü kurum ve şirket için geçerli olmak üzere şeffaflık, hesap verebilirlik, sağlıklı ve açık paydaş ilişkileri, yolsuzluk ve rüşvetin engellenmesi, şirketlerin ve kurumların insan yaşamı üzerinde giderek artan etkilerinin düzenlenmesi ve güç ilişkilerinin dengelenmesi gibi ilkeleri içeriyor. Görülebileceği üzere aslında en az bahsi geçen sürdürülebilirlik boyutlarından biri olan yönetimsel sürdürülebilirlik, aslında en ağır sorunlarımızı barındırıyor. Bu konuda en çok gündemde olan konulardan biri, sosyal sürdürülebilirlikle de yakından bağlantılı olan çeşitlilik yönetimi: Çeşitlilik yönetimi, farklı geçmişlere ve özelliklere sahip çalışanların herhangi bir ayrımcılık yapılmaksızın belirli politikalar ve programlar aracılığıyla kurumların yapısına daha fazla dahil edilmelerini amaçlıyor. Buna özellikle üst yönetim kademelerinde daha fazla çeşitlilik, örneğin daha fazla kadının yer alması, engelli bireylerin iş imkanlarına erişiminin sağlanması, dünyanın ya da ülkenin farklı bölgelerinde yaşayan bireylerin de istihdam edilebilmesi gibi konular da dahil. Yönetimsel sürdürülebilirlik alanındaki bir diğer gündem ise şirketlerin ve tüm kurumların tüm paydaşları ile açık, şeffaf ve sürekli bir bilgi paylaşımı halinde olmaları. Günümüzde yönetimsel sürdürülebilirliğe önem veren kurumlar yalnızca yasaların zorunlu kıldığı finansal raporlarını değil, aynı zamanda sosyal ve çevresel faaliyetlerine ilişkin etki raporlarını da kamuyla paylaşıyorlar. Bu hem şeffaf bir yönetim anlayışına hem de paydaşlara verilen öneme işaret ediyor. Ancak bu şeffaflık şu anda iyi niyetle sınırlı ve yasal bir zemine oturmuş durumda değil. Yakın bir zamana kadar üzerinde kapsamlı ve bütüncül olarak düşünmediğimiz bu konular, zincirin halkaları gibi birbirine bağlı ve herhangi bir halkanın eksik kalması durumunda diğer parçalar işlevini tam olarak yerine getiremiyor. Bu nedenle, sürdürülebilirlikle ilgili her çabanın bütüncül bir anlayışla ele alınması ve kişi ve kurumların inisiyatifine bırakılmasızın, yeknesak ve yasalarla korunan uygulamalara dönüştürülmesi gerekiyor.