Umberto Eco’nun “Gülün Adı” adlı eseri bugünlerde aklımdan çıkmıyor. Gülmenin yasaklandığı skolastik bir dönemde, kilisenin bağnaz uygulamaları arasına sıkışmış bir toplumun hayatına bilimin ve çağdaşlaşmanın ışığında umudu getirmeye çalışan bir rahip ve yardımcısının, bir manastırda yaşanan cinayetler etrafında kiliseye karşı giriştiği amansız mücadelesi son derecede renkli bir dille anlatılmaktadır. Kitabın sonunda yasakçı ve gelenekselci zihniyet üzerine inşa edilmiş olan o köhnemiş yapı, son derecede ikonik bir şekilde yıkılıp gitmektedir. Gülmeye gelen yasak kalkmakta, bilimsel ilerleme ve yeni değerler toplumun önüne konulan engelleri bir bir kaldırmaktadır. Aydınlanmaya giden yol bilim ve yeni değerleri simgeleyen “gülmenin” özgürleşmesiyle açılmaktadır. Nedendir bilemem, ama son birkaç gündür aklıma geldi bu eser. Bir türlü de aklımdan çıkmıyor. Hayırdır diyelim… *** Dünya bir dönüşüm içinde. Nasıl sonuçlanacağı ise şu an için bir muamma… Günümüzde, bazı ülkeler bu dönüşümün bir parçası olmaya ve ülkelerini buna göre şekillendirmeye çabalamaktadır. Bizim de aralarından yer aldığımız birçokları ise, kendi içine hapsolmuş, bu dönüşüm sürecinin tamamen dışında, kendi sorunlarıyla boğuşmaktadır. Üstelik bu dönüşüm salt iktisadi yönüyle değil, beraberinde getirdiği gelişmelerle toplumsal yapımızı ve bu yapı üzerinde yükselen siyasi sistemimizi de sarsacak niteliktedir. Toplumların farklı katmanlarının gelir kaynakları değişmektedir.  Önceleri tarım, sonraları sanayi, şimdilerde ise hizmet faaliyetleri ağırlıklı gelir kaynakları olmaya başlamıştır.  Giderek yeni gelir kaynaklarının ekonomideki ağırlıkları artarken, bu faaliyetler daha fazla toplumsal katmanı kapsar hale gelmektedir. Kaçınılmaz olarak yeni gelir kaynaklarının sürekliliğini sağlayacak üretim altyapısı ve değerlerin de toplumda yaygınlık kazanması kaçınılmaz hale gelmektedir. Topluma hâkim olmaya başlayan bu yeni değerler zaman içinde bir üst yapı kurumu olarak siyasette etkili olan eski değerlerle çekişme içine girerler. Aslında üretim yapısındaki değişikliklerin bir sonucu olarak toplumda yerleşmeye başlayan yeni değerlerin giderek üst yapıya hâkim olmaya başlaması çağdaşlaşmanın en önemli aşamasını olarak karşımıza çıkmaktadır.  Bu dönüşümün başarımı, bu yeni değerler etrafında elde edilecek olan ekonomik performansın da belirleyicisi olacaktır. *** Maalesef Türkiye bugün, bu dönüşümün nelere gebe olduğunu bilmeden, tümüyle kaderine razı olmuş şekilde, etrafında yaşananları sadece seyretmektedir. Mevcut bazı unsurları, ülkenin yıllardır karşılaştığı ekonomik ve siyasi sorunların, bu dönüşüm ihtiyacına tepkisiz kalınmasından kaynaklandığının farkına bile varmayarak, çözüm bulabilmek için kendilerine bir çıkış ararken, XX. yüzyılın hemen başlarında son bulmuş bir imparatorluktan ve onun kurumlarından medet ummaktadır.  Onlar geçmişin geleneksel değerler sistemini bugünün dünyasında yeniden geçerli kılmaya çalışmaktadırlar. Geleneksel bir tarım ekonomisi üzerine inşa edilmiş Osmanlı İmparatorluğu’nun köhnemiş kurumları, XX. yüzyılın şartlarında örgütlenmiş bir toplumunun sorunlarını aşmada çare olur mu? Elbette hayır. Sadece toplumsal refahın üretilmesi bile, çağın şartlarına uygun üretim modellerin kullanılmasını ve bu modelleri geçerli kılan üretim ilişkilerini toplumda hâkim kılmayı gerektirmektedir. Geçmişin değerlerinin bu yeni üretim ilişkilerini kapsaması ve birlikte var olması düşünülemez. Daha sanayileşmesini tamamlayamadan, dijital bir dünyaya girişin arifesinde olan bir ülkede doğacak çok daha yeni üretim ilişkilerinin XIX. yüzyılın değer ve kurumlarıyla organize olabilmesi elbette mümkün değildir. *** Bugün dünya çok başka bir dönüşümün eşiğindeyken, Türkiye’deki bir kesim hâlâ Cumhuriyet’in kurucu düşüncesiyle hesaplaşma çabası içindedir.  Bunun en son örneğini yine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ayasofya’da kıldığı “Fetih Namazında” verilen vaizde gördük. Oysa Cumhuriyet’in kurucu düşüncesi geleneksel kurumların ve değerlerin, toplumun XX. yüzyılın başındaki refah arayışlarına çare olamayacağının farkına varmış, çağdaşlaşmayı bu refah taleplerini gerçekleştirmenin bir aracı olarak kullanmıştır. 1923’ten itibaren kalkınma çabası içine giren ülkenin ekonomik sistemini nasıl inşa edeceğinin cevabı çağdaşlaşma düşüncesidir ki, bu zamanla geleneksel toplumun değerlerinin de terkedilmesi anlamına gelir.  Zira bu değerlerin, sanayi odaklı yeni dünya sisteminde oluşacak üretim ilişkilerini kapsaması mümkün değildir. Bu yeni değerlerin kaynağı, bugün olduğu gibi o gün de Batı idi ve ülkemizdeki kendisini muhafazakâr diye niteleyen anlayışın bugüne kadar süre gelen itirazının nedeni de Batı’dan alınan bu değerlerdi. Aslında kurucu iradenin o günlerde yapmış olduğu bu tercih, geleneksel toplumsal örgütlenme ve değerler sistemine karşılık çağdaş değerler etrafında örgütlenmiş bir toplum oluşturma idealidir.  Bu zamanına göre son derecede ilerici bir tercihtir.  O günlerde Türkiye’de refahın kaynağı olarak görülmeye başlanan sanayi faaliyetlerinin ihtiyaç duyduğu toplumsal örgütlenme şekli ve insan tipinin o günlerde öne çıkarılması, kalkınma iktisadının sistematik olarak doğduğu 1945 sonrası dünyasından çok daha önce, Cumhuriyetin kurucu kadrolarının ileri görüşünün bir göstergesidir. İşte yapılan bu tercih, aynı kurucu irade tarafından “çağdaşlaşmak” olarak ifade edilmiştir. Çağdaşlaşmayla, XX. yüzyılın başında dünyanın içine girdiği dönüşüm sürecine seyirci kalmak istemeyen bir siyasi iradenin, “sanayileşme” etrafında ortaya çıkan yeni toplumsal örgütlenme biçiminin değerlerini kabul etmesi ve bununla ülkenin refah arayışının yeni yolunu ifade edilmektedir. Bu değerler etrafında toplumsal dönüşümün sağlanması ise çağdaşlaşma fikrinin ön koşuludur. *** Bugün de dünya benzer bir dönüşüm sürecinin içindedir. Bugünün şartlarında çağdaşlaşmak günümüz iktisadi ilişkileri içinde ortaya çıkan yeni iktisadi ve toplumsal değerleri kabul edip, ülke ekonomisi ve toplumsa örgütlenmesini bu yeni değerler etrafında gerçekleştirmektir. Daha XX. yüzyılın başlarında “çağdaşlaşmak” olarak ortaya konulan hedeflerine tam olarak ulaşamadan, daha XXI. yüzyılın başında Türkiye yeni bir dönüşüm tercihiyle karşı karşıyadır. Hâlihazırdaki iktidarın zihni yapısının muhafazakârlığı ve geçmişe hapsolmuşluğu düşünüldüğünde, bu çağın yeni değerlerine uyumda ve çağın şartlarına uygun, çağdaş bir toplumsal yapıya erişebilme konusunda iyimser olmamız güçtür.  XX. yüzyılda olduğu gibi, bugün de yapılacak tercihlerin ve benimsenecek yeni değerlerin niteliği, ülkemizin XXI. yüzyıl dünyasında nasıl bir yer edineceğini belirleyecektir.  Bu tercihin, yine günümüz dünyasını temsil eden değerler yönünde olması, ülkemizin XX. yüzyılın başında yaptığı çağdaşlaşma hamlesini devamı ettirebilmesini sağlayacaktır. Bu da Türkiye ekonomisinin XXI. yüzyıldaki refah arayışlarının temel koşulunu oluşturacaktır. Önümüzdeki yıllarda karşı karşıya kalacağımız siyasi seçimler aslında bu dönüşümün bir parçası olmak isteyen ve bu dönüşümün yeni değerlerini benimseyen bir Türkiye ile buna seyirci kalmak isteyen bir Türkiye arasında gerçekleşecektir. Böyle bir seçimin sağlıklı yapılabilmesi için dünyada yaşanan dönüşümün ve buna bağlı Türkiye’de yaşanması beklenen dönüşüm ihtiyacının topluma çok iyi anlatılması gerekmektedir. Peki, ama bugünkü dönüşüm ihtiyacı nereden kaynaklanmaktadır?  Bu tartışmayı bir başka yazımızda ele alacağız.