Bugün, genel düzenin çok zor tanımlanabildiği adeta “düzensiz” bir ortam var. Hayek, eşitliğin ancak totaliter rejimlerde olabileceğini iddia ediyordu. Ancak, kendi önerileriyle hayat bulan uygulamaların yarattığı eşitsizlikler günümüz totaliter rejimlerinin ortaya çıkışının nedenlerinden biri oluyordu. 19.yüzyılın sonlarından bu yana dünya düzeni siyasi ve ekonomik açıdan çok sayıda kritik eşikten geçti. Bu kritik eşikler birkaç ana başlıkta toplanabilir. 1970’lerde ortaya atılan fikirlerin sonucu olarak 1980'lerde hayata geçen neoliberal politikaların neden olduğu değişim bu ana başlıklardan biridir. Bu politikaların dünya ekonomilerini ve siyasetini bugün getirdiği nokta ağır eleştiri altındadır. Neoliberal politikalar hayata geçirilirken devletin ekonomideki rolü asgari düzeye indirilmeye çalışıldı. Bu amaçla, özellikle 1929 Buhranı sonrasında krizlere karşı önlem amacıyla çıkarılan yasalar sonlandırıldı. Diğer bir ifadeyle, deregülasyon süreci yaşandı. 2. Dünya Savaşı sonrasındaki dünyaya John Maynard Keynes (1883-1946) damgasını vurmuştu. Keynes’in teorisi, 1929 Buhranı’nın etkisiyle krize girmiş bir ekonominin krizden çıkış reçetelerini sunuyordu. Reçete, maliye politikasının kullanımını ekonomi politikasının temeline oturtuyordu. Dolayısıyla, devleti “krizi ortadan kaldırmak amacıyla” piyasa ekonomisine müdahaleye davet ediyordu. Piyasaya devlet müdahalesi önerisi nedeniyle Keynes’in sosyalist bir model önerdiği düşünülmemelidir. Önerisinin sınırları, zorunlu bir durumda piyasa ekonomisi çerçevesinde ekonomik krizin çözümü için devletin müdahalesinden öteye gitmiyordu. Keynes, yaşadığı dönemin koşullarına uygun bir model öneriyordu. Bu noktada, kendisine kadar gelen teorilerden farklı bir öneri sunuyordu. 19.yüzyılın sonlarında görülen küreselleşme hareketinin savaşlar ve krizlerle son bulması dünya düzeninin nasıl totaliter rejimler çıkardığı üzerine çok kafa yorulmasına neden olmuştu. Başlangıcı 1970’lere uzanan Keynes sonrası sürecin önemli fikir babalarından biri Friedrich August von Hayek (1899-1992) idi. 2. Dünya Savaşı sonrasındaki dünya 1970’lerin başlarında değişiyor ve sahneye neoliberal politika önerileri çıkmaya başlıyordu. Keynes’in 1929 Buhranı karşısında geliştirdiği teori, ardından totaliter rejimlerin yükselişiyle yaşanan 2. Dünya Savaşı ve 1970’lere kadar devam eden Keynes etkisiyle devlet müdahaleli bir ekonomik model. Bu gelişmeler çerçevesinde Hayek’e ait şu çarpıcı cümleyi bilmekte fayda var: Maddi konumun eşitliği talebi ancak totaliter güçlere sahip bir hükümet tarafından karşılanabilir. Hayek, totaliter rejimlerin arkasında ekonomiye devlet müdahalelerinin olduğunu düşünmekteydi. Oysa, 1940’larda ortaya çıkan refah devleti kavramıyla Hayek’in görüşlerini destekleyen gelişmeler yaşanmamıştı. Ancak Hayek, 1974’te Nobel ekonomi ödülü alıyordu. Hayek, “cosmos” adını verdiği ve piyasa dinamikleriyle kendiliğinden oluşan bir düzeni savunuyordu. 1980’lerden sonra dünyaya egemen olan ekonomik düzenin arkasında Hayek’in savunduğu yaklaşımlar etkiliydi.
Neoliberal düzenin toplumlarda yarattığı mutsuzluklarla populist ve dolayısıyla kutuplaştırıcı siyasete ortam sunması siyasetin yaygın bir pratiğine dönüştü.
Dünya, Hayek’ten esinlenerek bir düzen yarattı. Bugün, genel düzenin çok zor tanımlanabildiği adeta “düzensiz” bir ortam var. Hayek’in savundukları uygulama buldu ve otokratikleşen, totaliterleşen rejimler ortaya çıktı. Hayek, eşitliğin ancak totaliter rejimlerde olabileceğini iddia ediyordu. Ancak, kendi önerileriyle hayat bulan uygulamaların yarattığı eşitsizlikler günümüz totaliter rejimlerinin ortaya çıkışının nedenlerinden biri oluyordu. Neoliberal kapitalist düzen, dünya genelinde ağır eleştiri altında. Ekonominin sosyal bir olgu olduğunu ihmal eden yaklaşımlarla kurulan düzenin çöküşüne tanıklık etmekteyiz. Neoliberal düzenin toplumlarda yarattığı mutsuzluklarla populist ve dolayısıyla kutuplaştırıcı siyasete ortam sunması siyasetin yaygın bir pratiğine dönüştü. Kutuplaşmayla oluşan toplumsal tepkilerin sonuçları farklı kültürler altında farklılıklarla ortaya çıkıyor. Ancak, tepkilerdeki farklılıkların ortak noktası, toplumların mutsuzluklarını ifade etmeye çalışması oluyor. Dünyanın çok sayıda ülkesinin ortak uluslararası kuruluşları olan Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu, v.b. kuruluşlar da gelişen koşullar altında ortaya çıkan sorunlara çözüm sunamadılar. Onların da tek tek ülkelerin ve özellikle ABD’nin etkisi altında oldukları da elbette açık. Ortak bir düzeni kalmamış bu dünya ekonomisi düzeninde gelecek nasıl şekillenecek? Bu soru, 19. yüzyılın sonlarından itibaren yapılan bir analizin sonunda umut dolu bir cevap vermeyi pek mümkün kılmıyor.
ABD’deki ara seçimlerin sonuçları ve Ocak 2021’de Trump taraftarlarının Capitol Binası’nı basmaları, Brezilya’da Bolsonaro taraftarlarının ortaya koyduğu tepkiler ümit vermiyor.
Öncelikle iç sorunlarını demokratik yollarla çözmeye çalışan ve dünya düzenini de demokratik bir platformda inşa etmeye çalışan siyasi oluşumlar gelişmedikçe siyasi ve ekonomik sorunlara sürdürülebilir çözümler sunabilmek pek mümkün gözükmüyor. Düzeni kalmamış düzenin artan refah ve daha adil toplumsal düzenlerin kurulması anlamında sürdürülebilirliği yok. Ancak, yaşanacak tüm siyasi ve ekonomik olumsuzluklara rağmen mevcut koşullar devam da edebilir. Bu, siyasetin ve toplumsal tepkilerin karşılıklı etkileşimlerine bağlı. Demokrasi sadece seçimden ibaret değildir. Ancak, toplumsal tercihlerin de demokrasilerin önünü açacak türden olmadığı da görülebiliyor. ABD’deki ara seçimlerin sonuçları ve Ocak 2021’de Trump taraftarlarının Capitol Binası’nı basmaları, Brezilya’da seçimi çok ufak bir farkla Bolsonaro’nun kaybetmesi üzerine Bolsonaro taraftarlarının ortaya koyduğu tepkiler ümit vermiyor. Birleşmiş Milletler bünyesinde, Mısır’da düzenlenen COP27 toplantısında fosil bazlı yakıt sektörü temsilcilerinin COP26 toplantısına göre %25 oranında daha fazla katılım göstermesine izin verilmiş olmasına ne demeli? Endüstri devrimi öncesi dönemlere göre Dünya’nın ortalama sıcaklık artışının kritik eşik olan 1.50C’u aşacağı kesinleşmişken, bu temsilcilerin bu ısınmaya karşı alınacak önlemler karşısında işlerini nasıl kapatacaklarına dair plan yapmak amacıyla Mısır’a gitmedikleri herhalde bellidir. O halde, çok sayıda ülkenin ortak uluslararası kuruluşlarının da demode kaldıkları görülüyor. Geleceğin nasıl şekilleneceğini bilmiyoruz. Ancak, nasıl şekillenmesi gerektiğine dair çok daha demokratik ve aynı zamanda çok daha aklı başında toplumsal tercihlerin ortaya çıkması gerektiğini görüyoruz.