Şili ve Arjantin’de Patagonya bölgesini gezdim. Uçsuz bucaksız topraklar ama bir tane çivi çakmaya izin vermiyorlar. Torres del Paine ve Fitz Roy isimli iki önemli doğal park var. Bu bölgedeki en önemli manzara yerlerine yol yok. Evet yol yok!
Dünya’nın sonu ne zaman gelir bilmiyorum ama ben Dünya’nın sonuna geldim.
Sizlere bu satırları Dünya’nın en güneyindeki yerleşim yeri Ushuaia şehrinden yazıyorum. Arjantin’in Patagonya bölgesinde… O kadar uzak ki bu bölgenin ismi Türkçe’ye
‘‘çok uzak, hiç kimsenin olmadığı yer’’ manasında deyim olarak bile girmiş. Patagonya’nın daha güneyinde artık insanoğlu yaşamıyor, buranın ötesinde sadece Antarktika var.
Şehir bu özelliğini sonuna kadar kullanmış ve bir çekim merkezi haline gelmiş. Her yere çok uzak olmasına rağmen her sene yüz binlerce yabancı turist bu ufak kasabaya akın ediyor. Otellerde yer bulmak oldukça zor. Şehrin esnafı da dünyanın sonunda olmayı oldukça akıllı bir şekilde kullanıyor. Dünya’nın en sonundaki restoran, Dünya’nın en sonundaki birahane, en sonundaki büfe…
Bu iş bir turizm markası yaratma işiyse Ushuaia bunu çok iyi başarmış. Turizm işi elinizdeki ürünü pazarlama işidir. Bir hikâye yazarsınız ve insanlar bu hikayenize gelir. İşin gerçekten öyle olup olmadığıyla pek ilgilenmezler, hikâyeyi satın alırlar ve aldıktan sonra o hikâyenin en güçlü savunucusu olurlar çünkü yaptıkları işin değerli olmasını isterler. Nitekim Ushuaia şehrinden daha güneyde aslında
Puerto Williams isimli minik bir balıkçı köyü var. Birkaç balıkçı ailesi orada yaşıyor ama kimse eline metreyi alıp ölçüm yapmıyor çünkü önemli olan bir hikâye yaratıp, bu hikâyeyi anlatıp evrensel bir marka haline getirebilmekti. Ushuaia bunu başardı.
Peki biz Türkiye’de yeterince hikâye yaratabildik mi? Deniz, kum, güneş ve kebap dışında anlatacağımız yeni hikâyelerimiz var mı?
Son yıllarda Kapadokya hikayemiz ön plana çıktı, doğa harikası peri bacalarını balonlarla buluşturmak gerçekten çok başarılı bir turizm hamlesiydi. Emeği geçenleri tebrik etmeli ancak Türkiye’nin sahip olduğu potansiyeli düşününce birkaç başarılı örnekten çok daha fazlasını yapmamız gerekiyor.
Senelerce Avrupa ve Asya’yı birbirine bağlayan ülke olarak kendimizi tanıttık. Bu haklı ve iyi bir başlangıçtı ancak devamı hiç gelmedi. Bu özelliğimizi bir marka haline getiremedik. Hikâye yazamadık. İstanbul’da iki kıtayı birbirine bağlayan 3 tane köprü var. İki tanesi şehrin tam göbeğinde. Bu köprülerden birisinde araç trafiğini aksatmayacak şekilde yaya geçidine neden açmıyoruz?
Eskiden izdiham, kalabalık ve güvenlik endişesiyle mümkün olmamış olabilir. Artık cep telefonlarımızdaki basit bir uygulama sayesinde hangi saatte hangi isimli turistin yürüyeceğini çok rahat denetleyebiliriz. Veya pazar günleri halka açabiliriz (Örneğin Brezilya’nın en büyük ve kalabalık kenti Sao Paulo’nun en işlek caddesinin (Avenida Paulista) pazar günleri trafiğe kapanması gibi veya Florianopolis’deki koca bir adayı anakarayla bağlayan köprünün (Hercilio Luz) pazar günleri yayalara açılması gibi.
Alın size bir turizm hikayesi… Yürüyerek kıta değiştirebileceğiniz tek yer! Asya’dan Avrupa’ya yürüyerek geçenlere köprünün sonunda kıta değiştirme sertifikası versek fena mı olur? (Mesela, Ushuaia Belediyesi şehre gelen her turiste ‘‘
Dünya’nın en güneyine geldiniz’’ yazılı sertifika veriyor. Hatıra olarak pasaportlarına damga basmak isteyenler için özel ‘‘
Ushuaia – Dünya’nın Sonu’ yazan damgalar var. Turistler pasaportlarına damga basmak için kuyruğa giriyor)
Köprünün başındaki yürüyüş yoluna ‘‘
Asya 1,5 KM’’ (Boğaziçi Köprüsünün Uzunluğu)
ve Köprünün Sonuna da
‘‘Asya’ya Hoşgeldiniz, Nüfus 4.5 Milyar’’ tabelasını koysak insanlar fotoğrafta çektirmek için yarışmazlar mı? Bu tür basit gibi görünen, yapması kolay işlerin etkilerini asla küçümsemeyin.
Geçtiğimiz haftalarda bir yazımda değinmiştim. Türkiye’nin Anadolu toprakları Asya Kıtası’nın en batıdaki parçasıdır. Bir başka deyişle Asya Kıtası’nın en batısı Anadolu’dur. Anadolu’nun en batısında ise Çanakkale ilinin Babakale köyü var. Bu köyün şu ana kadar ‘‘
Asya’nın en Batısı’’ diye kendi hikayesini yazıp, tüm Dünya’dan turistlerin akın ettiği bir çekim merkezi olması gerekmez miydi? Büyük bir anıt yapılır, İngilizce ve Türkçe
‘Asya’nın En Batısı’ yazılır. İnsanlar sırf
‘orada bulundum’ demek için gelirler. Köprü demişken, yepyeni bir köprü de Çanakkale’ye yapıldı ancak yine iki kıta arasında yürüyüş yolu yapmak aklımıza gelmedi. Bu esnada Ruslar Orenburg şehrinde Ural Nehri üzerinde Asya ve Avrupa arasındaki köprülerini pazarlamaya başladılar bile.
Neyse ki biz turizmde gelişmiş bir ülkeyiz, Uzungöl’ün dibine kadar yol ve otopark yaptık, herkes yapamaz! Bırakın onu Kazdağları Milli Parkımızda elin yabancılarına maden arama izni verdik, en değerli doğal parkımızda yüzbinlerce ağaç kestiler…
Çanakkale demişken; Dünya’nın en eski haritalarından birisi olarak Piri Reis’in haritasıyla övünürüz. O harita Piri Reis’in yaşadığı ve haritayı çizdiği Kilit-Bahir Kalesinde neden sergilenmez? Gelibolu’nun turizmine büyük bir katkısı olmaz mı? Topkapı Sarayı’nın envanteri o kadar kalabalık ki bazen bu harita orada sergilenmiyor bile…
Şili ve Arjantin’de Patagonya bölgesini gezdim. Uçsuz bucaksız topraklar ama bir tane çivi çakmaya izin vermiyorlar. Torres del Paine ve Fitz Roy isimli iki önemli doğal park var. Bu bölgedeki en önemli manzara yerlerine yol yok. Evet yol yok! Araçla gidebileceğiniz en yakın yol manzara yerlerine 10 km kala bitiyor. Gitmek mi istiyorsunuz? 10 km yürüyeceksiniz!.. Yürümekle de kalmıyorsunuz son 2 km’yi tırmanıyorsunuz.
Neyse ki biz turizmde gelişmiş bir ülkeyiz, Uzungöl’ün dibine kadar yol ve otopark yaptık, herkes yapamaz! Bırakın onu Kazdağları Milli Parkımızda elin yabancılarına maden arama izni verdik, en değerli doğal parkımızda yüzbinlerce ağaç kestiler… Ne için? Ya altın çıkarsa diye… Peki, üstündekilerin
‘altından’ daha değerli olduğunu ne zaman anlayacağız?
Şili’deyken birçok kez deprem oldu. Alışıklar.. Ben panik yaparken arkadaşlarım yerinden bile kalkmadı… Evlerini bu gerçeğe göre inşa etmişler. Şili kesinlikle Türkiye’den daha zengin bir ülke değil, ama bu bilince erişmişler. Peki bizler, insan hayatının ranttan ve binadan daha değerli olduğunu ne zaman anlayacağız?
Şili demişken Poblo Neruda’nın evlerini ziyaret ettim. Şu an hepsi müze ve ziyaretçilere açık. Uruguay’da Carlos Páez Vilaró’nun evi CasaPueblo’yu gezdim. İspanya’da Picasso evini..
Aklıma hemen Barış Manço’nun Moda’daki müze-evi gibi güzel bir örnek gelse de genel anlamda Türkiye olarak bu konuda da oldukça geriyiz. Türkiye’nin sinema, müzik ve edebiyat tarihine yön vermiş, ülkemizin entelektüel birikimine katkı sağlamış önemli yazar, sanatçı ve akademisyenlerinin vefatlarından sonra evlerini kamulaştırılıp, müzeye çevrilmesi iç ve dış turizm açısından da önemli bir adım olacaktır.
Yurtdışında bırakın yaşadıkları yeri, önemli şahsiyetlerin ziyaret ettikleri kafeler, parklar bile sergi alanına dönüştürülüyor. Lizbon’da, ünlü şair Fernando Pessoa’nın sürekli gidip kahve içtiği kafede masasını ölümsüzleştirmişler ve heykelini yapmışlar (Escultura de Fernando Pessoa). Turistler Fernando Pessoa’nın kahve içtiği o yeri görmek için bu yere akın ediyorlar.
Dünya’yı gezdikçe görüyorum ki ülkemiz çok çok güzel… Dünya’nın en ünlü, en popüler, en karizmatik ülkesi olmamız için aslında her şeye sahibiz… Yasaklarla, ihmallerle, rantla, doğa katliamlarıyla, ‘ihanet edilmiş şehirlerle’ bugüne kadar geldik…
Uruguay’ın başkentinde gezerken beni 33 Parkına (Plaza de los 33) götürdüler. Ünlü Uruguaylı filozof Carlos Vaz Ferreira ile Albert Einstein bu parkta her hafta sonu buluşur, sohbet edermiş. Tam buluştukları yere ikisinin bankta otururmuş sohbet eder şeklinde heykelini yapmışlar. Hikâye oluşturmuşlar ve anlatıyorlar. Arjantin’in El Calafate şehrinde Charles Darwin’in heykellerini gördüm. Şaşırdım. Rehbere sorduğumda Darwin’in ünlü kitabı Türlerin Kökeni’ni yazmadan önce bu bölgede birkaç hafta bitkiler ve canlılar üzerine araştırma yaptığını anlattı.
Adamlar buradan bile bir hikâye çıkarmışlar ve kendi şehirlerini Darwin üzerinden pazarlayabiliyorlar… Şimdi biz bir düşünelim. Mesela Nazım Hikmet’in en çok gittiği kafeyi, en çok oturduğu parkı, yaşadığı evi biliyor muyuz? Veya ülkemize gelmiş, ziyaret etmiş dünya çapında tanınırlığı olan bilim insanlarının nerede ne zaman ne yaptıklarını araştırıp değerlendirdik mi?
Örnekleri çoğaltabilirim. Okumayanlar için 2 hafta önce bu köşede yayınlanan ‘Gökkuşağı Renkleri ve Turizm’ başlıklı yazıma göz atmalarını öneririm.
Son olarak kısa bir anekdotla bitirmek istiyorum. Bunu bana uçakta tanıştığım yaşlı bir İngiliz anlatmıştı. 1970’lerin Dünya’daki gezginler arasında en ünlü kafelerden birisi Sultanahmet Meydanı’ndaki Lale Restoran’mış. 1960’lardan 1970’lerin sonuna kadar en popüler gezi rotalarından birisi olan Avrupa ve Güney-Doğu Asya arasındaki Hippie Trail’in en önemli durak noktası İstanbul’muş. Amerika’dan, İngiltere’den, Almanya’dan, Avrupa’nın diğer tüm bölgelerinden seyahate başlayan hippiler ve diğer gezginler mutlaka İstanbul’da birkaç gün durur ve diğer yol arkadaşlarıyla burada buluşurlarmış. O zaman akıllı cep telefonu yok, internet yok, sms yok, WhatsApp yok, kargo yok, kredi kartı yok…
Bugün seyahate çıkmadan önce vazgeçilmez olarak gördüğümüz hiçbir araç yok. Dolayısıyla gezginlerin birbirleriyle buluşabilmesi, bilgi alışverişinde bulunabilmesi, yolda ihtiyaçlarını değiş-tokuş yöntemiyle karşılayabilmeleri ve döviz değişimi için buluştukları ana yer İstanbul Sultanahmet meydanındaki Lale Restoran’mış. Restoranın tatlılarıyla ünlüymüş ancak başta sütlaç olmak üzere Türk tatlı isimlerini telaffuz edemeyen yabancı gezginler buraya kısaca
Pudding Shop takma ismini koymuşlar.
İstanbul’da buluşma tarihi belirlenir, herkes o tarihte İstanbul’da olacak şekilde ülkesinden yola çıkarmış… İstanbul’a varanlar hemen Pudding Shop’un gider, restoranın duvarlarına notunu asar ve diğer arkadaşlarıyla duvara asılan bu notlar vasıtasıyla iletişim kurarlarmış. Asya’dan dönenler kullandıkları botları, ayakkabıları Puding shop’da bira, yemek karşılığında yola yeni çıkacak diğer gezginlerle değiş-tokuş yaparmış. Avrupa’dan gelen
Magic Bus’lar Sultanhamet’de durur, Katmandu’ya otobüsler Puding Shop’un önünden kalkarmış…
1960’ların, 1970’lerin hippileri, çiçek çocuklar için Lale Restoran adeta uğranması gereken bir mabetmiş. Amerika Birleşik Devletleri eski başkanı Bill Clinton’da gençlik yıllarında İstanbul üzerinden Asya’ya gitmiş ve her gezgin gibi o da Lale Restoran’da zaman geçirmiş. Hatta yıllar sonra İstanbul’a tekrar geldiğinde resmi yetkililer ziyaret etmek istediği özel bir yer var mı diye sorunca ilk yer olarak Puding Shop’u tekrar ziyaret etmek istemiş. Bu mekân Türkiye turizm tarihi açısından anlatılması, yaşatılması korunması ve korunurken de pazarlanması gereken bir müze olmalıydı…
Böyle bilinen veya bilinmeyen birçok değerimizi maalesef ilgisizlikten yitiriyoruz.
Dünya’yı gezdikçe görüyorum ki ülkemiz çok çok güzel… Dünya’nın en ünlü, en popüler, en karizmatik ülkesi olmamız için aslında her şeye sahibiz… Yasaklarla, ihmallerle, rantla, doğa katliamlarıyla,
‘ihanet edilmiş şehirlerle’ bugüne kadar geldik… Peki bundan sonrası için üzerimize düşeni layıkıyla yapacak mıyız? İşte bütün mesele bu…