Türkiye’nin kimlik pazarına dönüşmüş siyasal rekabet ortamında sağ partiler dindarlık, milliyetçilik ve yerlilik gibi kimlikleri üstlenirken, CHP’nin bunlara alternatif bir dizi kimliğin temsilcisi olarak bu yarışan katılmak yerine, bu kimlik siyasetinin alternatifi olması gerektiğini yazmıştım. Bu dizinin üçüncü ve son yazısında buradan devam ederek, böyle bir alternatifin nasıl üretilebileceği üzerine fikirlerimi paylaşmak istiyorum. Siyasetsizlikten beslenen sağ partiler için mevcut kimlik siyaseti içerisindeki bir alternatif olmakta sakınca olmamasına karşın, solda yer alan partilerin sekülerlik ve kentlilik gibi kimliklere hapsolarak siyaset üretemez bir hale gelmeleri uzun vadede bu partileri kurutacak, varoluş amaçlarını ortadan kaldıracaktır. Uzunca bir süredir bu kimlik siyaseti alanına sıkışan CHP’de kendi kimliğine dair krizlerin sıklaşan aralıklarla ortaya çıkması, seçmenle anlamlı bir bağ kurmanın giderek zorlaşması, örgütündeki kronik heyecansızlık ve oy veren seçmenin belirli bir demografide tıkanması bu açıdan hiç şaşırtıcı değil. Tüm bu sıkıntıların aşılmasının yolu ise, parti içerisindeki kimi kesimlerin savunduğu üzere CHP’nin “kendisine çeki düzen vererek daha doğru bir kimliğin temsilcisi olması” değil, bu kimlik pazarına alternatif bir siyasal hareket olarak girmesinden geçiyor. Peki bu nasıl mümkün olacak? Bunun için ilk yapılması gereken, uzunca bir süredir ezberlenen kimlik kümelenmelerini ve toplumu bu kümelenmeler üzerinden tanıyarak siyaseti de buna göre kurmayı reddetmek olmalı. Bu kümelenmelerin en meşhuru herhalde Türkiye’de seçmenin %70’inin sağda %30’unun ise solda konumlandığına dair meşhur iddia. Sağ ve sol tanımlarının neye göre yapıldığı belirsiz olmasına ve seçmenlerin çok az bir bölümünün “ideolojik” kaygılarla oy verdiği bilinmesine karşın, bu ezber adeta bir Çin seddi somutluğunda görülüyor ve Türk solunun her seçim başarısızlığı için kolaycı bir açıklama sağlıyor. Elbette bahsettiğim kümelenmeler sadece bununla sınırlı değil. Türkler ile Kürtler, dindar bir hayat yaşayanlar ile seküler kesimler, kentliler ile kırsalda yaşayanlar ve kıyı kesimlerindeki seçmen ile iç bölgelerdekiler arasında yapılan ayrımlarda olduğu üzere, toplumun farklı kimlik kümelenmelerine bölünerek kavranması son derece yaygın bir alışkanlık. Sınıfsal niteliği hemen hiç olmayan bu tür kimlik kutuplarının reddi, kimlik pazarına dayalı siyasetin alternatifi olmak için atılması gereken ilk adım. Bunların reddedilmesi gerçek olmamalarından kaynaklanmıyor. Tersine, tam da gerçek oldukları için reddedilmeliler. Zira bu kimlik kümelenmeleri kendi kendilerini gerçekleştiren önermeler. Toplumun bu kümelenmeler çerçevesinde algılanması, söz konusu kimlik grupları arasındaki somut farklılıkların tahkim ediyor ve sol bir partinin iktidar imkânını büyük oranda daraltan bir toplumsal yapıyı ortaya çıkartıyor. Bu kümelenmeleri veri kabul ederek yola çıkan sol partiler de, istedikleri kadar yerellik ve millilik vurgusunu yapsınlar, parti adayları dindarlıklarını ne kadar vurgularsa vurgulasınlar, yaratılan toplumsal yapı içerisinden bir siyasi başarı üretemiyorlar. Bu partilerde seçim dönemlerinde öne çıkartılan yerlilik ve millilik vurguları elbette iyi niyetli. Gösterilmeye çalışılan dindarlık ve inançlılık söylemlerinin samimiyetine de şüphe yok. Bunların öne çıkartılmasının arkasındaki mantık da anlaşılabilir elbette. Bu partiler ve adaylar, yürüttükleri siyasetin ancak toplumsal olan ile uyumlu olduğu takdirde bir teveccüh görebileceğini düşünülüyor. Bu düşünce yanlış değil ancak bir yarı-doğru. Gerçeğin bir de öteki yüzü var. Siyasal olan ile toplumsal olan arasındaki ilişki iki yönlü ve karşılıklı. Siyasal olan her zaman toplumsal olana göre şekillenmiyor, kimi zaman da toplumsal olanı şekillendiriyor. Özellikle sol partilerin varoluş sebebi, bir vizyon ortaya koymak, bu vizyonu tartıştırarak “siyaset yapmak” ve böylelikle toplumsal olanı ilerletmenin yollarını aramaktır. Bu ilericiliğin tam olarak ne anlama geldiği tartışılabilir veya içeriği yeniden yorumlanabilir. Ancak solda yer almak, siyaseti toplumsala uydurmak kadar, toplumsalı da siyasal bir vizyon ile ilerletmeyi hedeflemektir. Sol hareketlerin siyasetsiz var olamayışının nedeni de budur aslında. Sol demek siyaset demektir ve sol siyaset daima hareket anlamına gelir, toplumu ileriye götürmek ister. CHP tarihi, sol siyaset ile hareket arasındaki bu ilişkinin en güzel örneğini veriyor. CHP dediğimizde, ulusal bir kurtuluş hareketinden doğmuş, toplumsala dair önceki on yılların tartışmaları içerisinde oluşmuş bir vizyon uyarınca toplumsal olanı dönüştürmüş bir partiden bahsediyoruz. Bugün de toplumda hâkim olan siyasetsizleşmenin ve kimlik pazarına dönen siyasete alternatif olmanın yolu, bu tarihi hatırlamaktan geçiyor. CHP’nin yerleşik kalıplar haline gelmiş kimlik kümelenmelerini reddederek toplumu dönüştürebilecek bir hareket haline gelmesi, varoluş amacına geri dönmesi gerekiyor. CHP, bir hareketin partiye dönüşmesi ile ortaya çıkmıştı. Bugün ise partinin tekrar bir harekete dönüşmesine ihtiyacımız var. 21. yüzyılda sınıf siyasetinin başarısı ancak böyle bir hareketin onu sırtlamasına bağlı. Zira bugünün şartlarında sınıf siyasetinin yalnızca işçi örgütleri ile kurulan korporatist ilişkilerin yeniden diriltilmesi ve sendikalaşmanın teşvik edilmesi yoluyla başarıya ulaşması çok zor. Günümüzde sınıf siyaseti, güncel ekonomik ve sınıfsal deneyimlere uygun yeni direniş pratiklerini geliştirilmek, ademi-merkezîleşmiş iletişim imkanlarını yoğun bir biçimde kullanarak bu siyaseti yaygınlaştırmak ve hayatın her alanını siyasileştirmek zorunda. Böyle bir siyaset ise örgütlenme şeması 20. yüzyıl kodlarına göre şekillenmiş bir siyasi partinin kurumsallığı altında yürütülemez. Bu siyasetin başarısı, ancak harekete dönüşmüş olan bir parti, hem ulusal hem de yerel çok sayıda sivil toplum kuruluşu ile farklı düzeylerde sürekli temas eden akışkan bir organizasyon ve yerelden belirlenmiş çoklu gündemlerle iktidarın merkezi gündemi parçalayan yerel aktivistler yoluyla başarılı olabilir. Kimlik kümelenmelerinin yarattığı toplumsal formasyonun toplumun tüm çalışan kesimleri lehine parçalanması ancak bu dinamik hareketin insanların gündelik hayatına sürekli temas etmesi ile, her iş kazasında, her grevde, her kapatılan işletmede, her işe alım ve terfi sürecinde çalışanlar lehine ve yerelde müdafi olması ile mümkündür. Bugünün siyaset-sonrası dünyasında neoliberalizm gündelik hayatlarımıza sızarken, bizi en gündelik alışkanlıklarımız ve en duygusal ‘yerli ve milli’ reflekslerimiz ile belirlerken, ona karşı mücadelenin de gündelik hayatın kılcallarından başlatılması ve siyasi partilerin bürokratik kurumsallıklarına değil, kitlesel dinamizmlerine dayandırılması bir mecburiyettir. Yerel seçimler öncesinde CHP’de alevlenen liderlik tartışmalarına bu pencereden bakıldığında ne söyleyebiliriz? CHP’nin mevcut üst yönetim kadrolarının başarılarının sorgulandığı şu günlerde not etmek gerekir ki, karizmatik bir liderlik sağ partiler için pek çok sorunun çözümü olmasına karşın, sol partilerde tek bir liderin her şeyi çözmesini beklemek sıklıkla kâbusa dönüşen bir hayaldir. Öte yandan Türkiye gibi siyasal kültürü lider odaklı olan ülkelerde, sol partilerin bir harekete dönüşmesi için gereken enerji de pekâlâ karizmatik bir liderden ve o liderin çevresine, partisine ve seçmenine vereceği vizyondan devşirilebilir. CHP içerisinde liderlik tartışmalarını ötelemeye çalışmak yerine, bir yandan liderliği tartışırken öte yandan partinin geleceğe dair vizyonunu da tartışmak, durağan parti bürokrasisinin bir halk hareketi lehine nasıl çözülebileceğini ve 21. yüzyılın ikinci çeyreğine CHP’nin nasıl bir kurumsallıkla girmesi gerektiğini de konuşmak gerekir. Türkiye’de yaşayan milyonlarca yurttaşın 2050 sonrasında ortaya çıkacak yeni dünyada umut, güven ve refah içerisinde yaşayabilmesi, CHP’nin böyle temel bir tartışmayı bugünlerde yürütmesine ve buradan derinlikli bir vizyon ortaya çıkartmasına bağlıdır.