Asvani “Diktatörlük Sendromu”nu bir hastalık olduğunu ileri sürerek her ne kadar konuyu büyük ölçüde psiko-semptomatik bir vakaya indirgese de aslında bu “sendrom” büyük ölçüde sosyal çalkantılarla ve kurumsallaşamayan devletle yakından alakalıdır. Mısır’daki Sisi diktatörlüğüyle kavgalı Mısırlı yazar ve romancı Ala al Asvany, Türkçenin yanı sıra birçok dile çevrilen “Diktatörlük Sendromu” kitabının yazarı. “Kim hak ediyorsa onu eleştiririm, bu Sisi'nin kendisi bile olsa” diyen liberal yazar, hep Sisi yönetiminin taciz ve kışkırtmalarına maruz kaldı. Sisi'ye hakaret suçlamasıyla normal bir mahkemede bile değil, askeri mahkemede yargılandı. Baskılara dayanamayan al Asvani, şu an ABD’de sürgünde yaşıyor. Kitabında ideolojik bir sistem olarak diktatörlüğün "klinik" bir analizini ve ayrıntılı bir incelemesini yapan yazar, diktatörlüğün sadece ezelden beri otoriter olan ülkeleri değil aynı zamanda demokrasiyle yönetilen ülkeleri de etkileyebileceğine işaret ederken Batılı ülkelerin de zaman zaman bu tür semptomlara maruz kaldığına dikkat çekiyor. Asvani’nin diktatörlük eleştirisi yaparken dikkat çeken en önemli tespiti, bence bu hastalığı tek taraflı bir olgu olarak görmeyip en az diktatörün narsizmine, içinde bulunduğu körlüğe dikkat çektiği kadar bunu kabullenen, onu bir “ebedi lider” olarak görme eğiliminde olan halka da okun sivri ucunu yöneltmesi. Zira dünyada hiçbir diktatör halkın açık ya da zımni onayı olmaksızın ülkeyi keyfi bir şekilde yönetemez. En azından baskıcı yönetimin başlarında bu onay fazlasıyla mevcuttur. Diktatörlük derinleştikçe halk desteği azalır ancak, bu kez de yönetimini sağlamlaştıran, yargı, ordu ve emniyet güçlerini ele geçiren tirandan kurtulmak artık oldukça zorlaşmıştır. Asvany, dokuz bölümde anlattığı diktatörlük sendromuyla ilgili şunları ifade ediyor: "Diktatörlüğü tanımlamak için bu tıbbi formu seçtim çünkü bunun bir hastalık olduğuna inanıyorum. Özgür doğarız ve diktatörlüğü kabul etmemiz hasta olduğumuz anlamına gelir. Sorun, birinin bizi korumasını arzulamamızla başlar, Almanya'da Nazizm ve İtalya'da Mussolini faşizminde olan da aslında budur. Her iki ülkede de insanlar yakın bir tehlike hissetti ve bu yüzden kendilerini koruyacak bir kahraman beklediklerini düşündüler ki bu en tehlikeli duygudur. Ve ekliyor: "Diktatörün ortaya çıkması için, örneğin, ülkesine karşı komplo kuran, sizi sevdiğini iddia eden bir kişinin tek kaygısı ülkesini yok etmek olan düşmanların varlığını keşfetmesi yeterlidir. Bunun için bazı halkların diktatörlük eğilimleri olan kişilere oy verdiğini görebiliriz, bu halkların tek isteği bu sözde kahramanın sağladığı korumayı hissetmektir...." Asvany verdiği bir röportajda, Mısır'da Cumhurbaşkanı Sisi tarafından temsil edilen mevcut diktatörlüğün yaralı bir kaplana benzediğini belirterek, yaralı kaplanın gücünün farkında olan ve özgüveni nedeniyle başkalarına saldırma ihtiyacı duymayan sağlıklı bir kaplandan daha tehlikeli olduğunu kaydediyor. Diktatörler yazarları ve gazetecileri ya destekçisi ya da düşmanı olarak gördüğünü belirten Asvany’ye göre diktatörlük sadece siyasi alanla sınırlı olmayıp etkileri sosyal ve kültürel pratiklere de sirayet eder, bu yüzden de toplumsal tahribatı sanıldığından daha derindir. Bu anlamda İslam dünyasında Hz. Muhammed’den çok sonraları oluşturulmuş siyaset fıkhı geleneğinde kristalleşen biat kavramının toplumsal izdüşümlerine de bakmak gerekiyor. Biat (ya da Arapça orijinal telaffuzuyla el bey’a) sadece belirli bir konuyla sınırlı bağlılık sözü iken daha sonraları mutlak ve genel bir itaat anlamı kazanmıştır. Bu bakımdan tarihsel bir manipülasyona maruz kalmış bu kavramın diktatörlüğü ve otoriter yönetimleri besleyen önemli kavramlardan biri olduğu ileri sürülebilir. Öte yandan Asvani, bir darbeyle iktidarı ele geçiren General Abdülfettah Sisi kadar Özgür Subaylar darbesiyle ülkede Cumhuriyeti kuran Nasır’ı da sert biçimde eleştirir. İkisinin diktatörlüğü arasında fark görmez. Ancak, Asvani’nin birçok tespiti haklı olsa da kendi döneminde en az iki kez savaşa giren, büyük devletlerle kapışmak zorunda kalan Nasır’ı ülkeyi oldukça rahat bir uluslararası konjonktürde yöneten ve şuna kadar hiçbir başarısı olmayan Sisi ile eşitlemesi bana göre sorunlu bir yaklaşım. Her ne kadar Nasır, özellikle 1967 savaş konusunda ülkesine büyük bir fiyasko yaşatsa da 1973 savaşında İsrail’e karşı başarılı bir savaş veren Mısır ordusunun altyapısını kurmuş, inşa ettiği devasa projelerle Mısır’a modern bir çehre kazandırmıştır. Sisi ise on yıldır ülkeyi yönettiği halde Mısır’a herhangi bir büyük projeyi kazandırmak bir yana Sina yarımadasında teröre karşı verdiği mücadelede bile çuvallamış bir isim. Ancak meşrutiyet ve anayasal yönetim noktasında gelenekleri, Türkiye’den bile daha eski olan Mısır’da otoriter yönetimin ve diktatörlüğün bugünlere kadar gelmesinde Nasır’ın payı elbette yadsınamaz. Sovyetler Birliği’ne yanaştığı 1961 yılına kadar bütün muhaliflerini cezaevine atan Nasır, Mısır’daki sivil toplum ve muhalefet kültürünü tahrip etmiştir şüphesiz. Sonuç olarak Asvani “Diktatörlük Sendromu”nu bir hastalık olduğunu ileri sürerek her ne kadar konuyu büyük ölçüde psiko-semptomatik bir vakaya indirgese de aslında bu “sendrom”un büyük ölçüde ekonomik krizlerle, sosyal çalkantılarla ve kurumsallaşamayan devletle yakından alakalı olduğunu biliyoruz. Bu anlamda diktatörlüğün arka planındaki olgulara bakıldığında söz konusu “sendrom”un psikolojik bir vakadan ziyade sosyolojik birtakım olguların sonucu olduğunu söylemek, daha doğru bir tespit gibi görünüyor.