Ceza hukuku bakımından ortada çoklu bir sorumluluktan söz edilebilir. Elbette işin esaslarına aykırı hareket etmişlerse müteahhit ya da inşaat mühendisleri de sorumlular, ancak tek sorumluların onlar olduğunun kabulü yönündeki algı, esas sorumluluğu gözden kaçırmamıza neden oluyor. Ülkemizi vuran ve binlerce can kaybına yol açan deprem fırtınasından sonra, oluşan can ve mal kayıplarından ötürü kimlerin sorumlu olduğu ve açılacak davalarda sorumluluğun kimlere yöneltilmesi meselesi tartışılmaya başlandı. Özellikle binaların müteahhitleri ve inşaat mühendisleri ilk akla gelen gruplar. Bununla birlikte, aslında devletin sorumluluğunu asla gözden kaçırmamak gerekiyor. İzmir depreminden sonra açılan idari davalarda, ayıp olmasın diye devlete %0,5 sorumluluk atfeden bilirkişi raporlarıyla yeniden karşılaşmamayı dileyerek, birincil sorumluluğun aslında devletin omuzlarında olduğunu söyleyelim. Öncelikle belirtmek gerekir ki, devletin ülkedeki tüm yapıları kontrol ederek iskân ruhsatı yoluyla izin vermesi gerekiyor. Ayrıca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Büyük Daire’nin, 1993’te İstanbul’daki Ümraniye çöplüğü patlamasından sonra verdiği Öneryıldız kararı da bu konudaki ilkelerin belirlenmesi açısından çok önemli. AİHM, bu ihlal kararını çöplüğün yanına inşa edilen evler hakkında bu konudaki raporlara rağmen devletin yaşama yönelik tehdit olduğunu bilmesine karşın hiçbir önlem almamış olmasına dayandırıyor. Van’da 2011’deki depremde yıkılan Bayram Oteli’nde hayatını kaybeden Selma Kerimoğlu’nun yakınlarının başvurusu üzerine Anayasa Mahkemesi (AYM), Serpil Kerimoğlu ve diğerleri kararında hem devletin pozitif yükümlülüğüne dikkat çekerek yetki alanında bulunan tüm bireylerin yaşam hakkını gerek kamusal makamların gerek bireylerin gerekse kişinin kendi eylemlerinden kaynaklanabilecek risklere karşı koruma yükümlüğünden söz ediyor, hem de devletin kapsamlı ve etkili bir ceza soruşturması yürütmesi yükümlülüğüne atıf yapıyor. Soma’da 2014 yılında yaşanan ve 301 madencinin göçük altında kalarak hayatlarını kaybetmeleriyle sonuçlanan olaydan sonra AYM, verdiği Abdülkadir Yılmaz ve diğerleri kararında madeni denetleme sorumluluğu bulunan Çalışma Bakanlığı İş Müfettişleri hakkında soruşturma izni dahi verilmemiş olmasını ihlal olarak kabul ediyor ve bireylerin hayatının tehlikeye girmesine neden olan kişiler aleyhine hiçbir suçlamada bulunulmaması ya da bu kişilerin yargılanmamasının yaşam hakkının ihlaline neden oluşturduğunu açıklıyor. Ceza hukuku bakımından ortada çoklu bir sorumluluktan söz edilebilir. Elbette işin esaslarına aykırı hareket etmişlerse müteahhit ya da inşaat mühendisleri de sorumlular, ancak tek sorumluların onlar olduğunun kabulü yönündeki algı, esas sorumluluğu gözden kaçırmamıza neden oluyor. Belirtmek gerekir ki, yapıları denetleme görevli firmalar, özellikle bu sorumluluğa aykırı şekilde hareket ederek aykırılıklara para karşılığı göz yummuşlarsa, özellikle fenni mesuller yönünden sorumlular.
Ayırt edici kriter olarak, sorumlu kişinin tehlikeyi öngörmesine rağmen meslek ya da sanatındaki ustalığına, yeteneğine ya da şansına güvenerek neticenin gerçekleşmeyeceğine inanmasının bilinçli taksir, bunun ötesindeki “olursa olsun” durumlarının olası kast sayılacağını da belirtelim.
Belediyeler, verdikleri iskân ruhsatları nedeniyle sorumluluğa dahiller. Denetim, kontrol, imza, onay aşamalarında tüm görevliler ile inşaatı yapan ve yaptıranların yasa ve yönetmeliklere aykırı tüm davranışları bu sorumluluğa girmeli. Ayrıca depremden sonraki afet durumunda, başta devletin bu konudaki kurumu AFAD olmak üzere, tedbirsizlik, dikkatsizlik ve özen yükümlülüğüne aykırı hareket eden tüm yöneticilerin de en azından taksirli sorumluluğundan söz edebiliriz. Yeri gelmişken belirtelim, öyle olaylarla karşılaşıyoruz ki, adeta tehlikenin geldiğini bildiği hâlde “olursa olsun, yıkılırsa yıkılsın, ölürlerse ölsünler” anlayışı yüzümüze tokat gibi vuruyor. Böyle durumlarda artık taksirden söz edilemeyeceği için olası kast hükümleri doğrultusunda uygulama yapılması doğru olacaktır. Ayırt edici kriter olarak, sorumlu kişinin tehlikeyi öngörmesine rağmen meslek ya da sanatındaki ustalığına, yeteneğine ya da şansına güvenerek neticenin gerçekleşmeyeceğine inanmasının bilinçli taksir, bunun ötesindeki “olursa olsun” durumlarının olası kast sayılacağını da belirtelim. Son olarak, yaşanan durumun kimi yazarlarca “insanlık suçu” olarak nitelenmesine de değinmek isterim. Ceza hukukunda öyle bir suç yok. En yakın kavram olarak “insanlığa karşı suçlar”dan söz edilebilse de bu yanlış kullanımın aynı zamanda bireysel sorumluluğu algılamayı zorlaştırdığına ve meseleyi kavramsallaştırmadığına işaret edeyim. Ceza hukukunda sorumluluk bireyseldir. Taksirle yani neticeyi istemeden veya kasten yani bilerek isteyerek, öldürme, yaralama, mala zarar verme gibi suçlar vardır ve bu suçların hem tanımları hem unsurları hem de yaptırımları bellidir ve etkilidir. Özellikle hukukçu olmayanların teknik hukuki konularda fikir beyan etmeleri, faydadan çok zarar getirebilir, özellikle sorumluluğu bulunan kamu görevlilerine ve devletin tüzel kişiliğine yönelik büyük bir koruma merakının bulunduğu bu ülkede…