Twitter’da şahit olduğunuz öfke Türkiye İşçi Partisi’ni iktidar yapmayacağı gibi AKP’yi devirmeye de yetmez. Gerçekçi olmalıyız. Deprem haberi geldiğinde henüz uyumamıştım; hâlâ doğru düzgün uyuyamıyorum. Binlerce kilometre ötede dahi olsam insanımızın çığlıkları kulaklarımdan gitmiyor. Çaresizliğin yarattığı öfke, sorumlulara karşı duyduğum nefretin alevini artırıyor. Milyonlarca insanın bu öfkeye ortak olduğunun da farkındayım; yeminli suskunların sesi çıkmaya başlıyor, herkes konuşuyor. Ama bu öfkenin gerçekçi bir siyasi hareketle bir araya gelmediği takdirde bizi içten içe kemirip tüketecek, kaderimize hükmetmemizi sağlayamayacak tehlikeli bir duygu olduğunun da farkındayım. Twitter’da şahit olduğumuz nefret nöbetleri Türkiye İşçi Partisi’ni iktidara taşımayacak; gerçekçi olmalı, öfkemizi aklıselimle buluşturup, bu kabustan bizi uyandıracak siyasetin inşasına öncelik vermeliyiz. Zira deprem gibi doğal afetlerin merkezi hükümetleri bitirecek gelişmeler olduğunu söylemek mümkün değil. Tarihte toplum tarafından cezalandırılan hükümetler de var devamlılığın vaat ettiği istikrar mesajına inanıp ödüllendirilenler de. Ve ne yazık ki Türkiye’nin siyasi atmosferi, ağır cezaları da yüklü ödülleri de getirmiyor. ‘DEVLET SIĞINILACAK LİMANDIR’ Örneğin Masiero ve Santarossa’nın 1993 ile 2015 arasında İtalya’da depremlerin yerel seçimlere etkilerini tespit ettikleri araştırmada, deprem yaşayan bölgelerde mevcut siyasi otoritelerin güçlendiği gözleniyor. Akademisyenler bu durumu depremlerin ardından yöneticilerin hem felaketlerden etkilenenlere sağladıkları yardımlar hem de medyadaki görünürlüklerinin artmasıyla açıklıyor. Evleri, mahalleleri yıkılan vatandaşların suçlayacağı birçok otorite var: Öfke, binaları inşa eden müteahhitler, taşeron şirketler, yapı-denetim otoriteleri, yerel yöneticiler ve merkezi hükümet arasında bölünüyor. Oysa depremzedelerin ‘sığınabileceği’ çok fazla liman yok; yaşanan felaketin ardından yaralarını sarması için insanlar, doğal olarak, devlete bakıyor. TEAM’in deprem ardından yaptığı araştırmada da buna benzer bir kamuoyu fikriyatının oluştuğunu görüyoruz. Zira Türkiye’de de vatandaşların öfkesi sadece merkezi hükümete yönelmiş durumda değil; birinci sırada müteahhitler var. Cumhur İttifakı seçmeninin ise merkezi hükümete dair ana duygusu ‘umut’. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın hızla yeniden inşa vaatlerini dile getirmeye başlamasının sebebi de buydu: Evsiz, mahallesiz, hatta kentsiz kalmış insanların sığınacağı liman devlet. Umudun kaynağı da ‘çözse çözse bunlar çözer’ duygusu elbette. Akademisyen Lina Errikson da doğal afetler sonucunda insanların oy verme eğilimlerinde değişikliğe sebep olan ana unsurun, felaketin ardından hükümetin ortaya koyduğu politikalar olduğunu gösteriyor. MIT’den Jens Hainmueller ve ETH Zürich’ten Michael M. Bechtel’in araştırması da felaketlerden etkilenen bölgelere giden yardımların özellikle kısa vadede görevde olan yöneticilere desteği artırdığını kaydediyor. Almanya’nın 2002’de yaşadığı Elbe Seli’nde görevdeki Sosyal Demokratların bölgede tanık olduğu, zamanla düşen yedi puanlık artış bunun örneği.
Muhalefetin sahada ortak fotoğraf verip, ülkeyi beraber yöneteceğini iddia eden Millet İttifakı bileşenlerinin de ortak mesajlar üretmesi gerekirdi. Sığınacak liman, güvenlik ve güvence bekleyen toplum için ‘değişim’i güvenli bir alternatif yapmanın yolu budur.
POLİTİK KİTLELER RASYONEL DEĞİLDİR; FİKİRLERİ ZOR DEĞİŞİR Siyasete angaje, politik kimliği güçlü (yani Türkiye gibi kutuplaşmış) toplumlarda felaketlerin seçmen davranışını nasıl etkilediği meselesi, tabloyu daha da karmaşıklaştırıyor. Zira güçlü siyasi bağlılıkları olan kitlelerin, hükümetin felakete müdahalesine dair fikri de bu bağlılık üzerinden şekilleniyor. Yani, davranış bilimci Hugo Mercier’in söylediği gibi, kitleler önce hükümeti başarılıp bulup bulmadıklarına karar verip, sonra hükümetin neden başarılı olduğuna dair sebep üretiyorlar. Örneğin 2006’da New Orleans’da yaşanan Katrina Fırtınasıyla baş edemeyen Belediye Başkanı Nagin, yalnızca birkaç ay sonra yeniden seçimi kazandı. Şehirdeki sosyal ve siyasal kimlikler, New Orleans halkının oy verme eğilimini Nagin’in performansından daha çok etkiledi. Türkiye’de de siyasi kimliklerin ve derin kutuplaşmanın hâlâ insanların fikriyatını etkilediği açıkça ortada. IPSOS’un araştırmasına göre depremin ilk 24 saatinde müdahalenin yetersiz olduğunu söyleyenler yüzde 51’ken, zaman aralığı genişleyince bu oran yüzde 33’e kadar düşüyor. TEAM verilerine göre de Cumhur İttifakı’nın deprem öncesi ve sonrası oy oranında kayda değer bir değişim yok. Hatta Erdoğan’ın, Kılıçdaroğlu karşısında oy kazandığı kaydediliyor. Deprem, hükümetinden müteahhidine, yapı denetimcisinden yerel yöneticisine kadar herkesin pisliğinin değdiği binaları yıkıyor ama kutuplaşmayı yıkamıyor. Bu yüzden de muhalefetin öfke nöbetlerinden çok, siyasi kimliği güçsüz, ikna edilebilir seçmenle duygudaşlık ve çözümdaşlık içinde olması gerekiyor. BİLİNMEZLİK DÖNEMİNDE RİSK KATLANILMAZDIR Ayrıca depremin yarattığı bilinmez ve risk dolu ortam, toplumun istikrar ve süreklilik talebine dönmesine sebep olabiliyor. Değişim zaten zor; bilinmezliğin endişesi içinde kökten değişimi tercih etmek, hayatlarında riske yer olmayan kitleler için daha da zorlaşıyor. Evren Balta’nın Yetkin Report’ta verdiği örnek durumu iyi özetliyor: Eviniz yanarken hayatınızda en son isteyeceğiniz şey büyük değişikliklerdir. Hatta öyle olabilir ki evinizin yanmasından sorumlu olan kişinin o yangını söndürebilecek en yetkin kişi olduğunu, o yangındaki sorumluluğunun ona o yangını söndürme konusunda da bir sorumluluk verdiğini bile düşünebilirsiniz. Mevcut durumda çok kapsamlı ve çok aktörlü bir dönüşüm projesinin ülke enkaz altındayken bir korku yaratması, insanların değişimden daha çok enkazı kaldıracak bir aktör arayışında olması da mümkün olabilir. Erdoğan seçim süreci henüz başlamamışken dahi ‘değişim’i kaos olarak nitelendiriyor; kendini ‘güvenli seçenek’ olarak tanımlıyordu. Toplumda endişenin ve bilinmezliğin arttığı bir ortamda, bu mesele iktidar için ana mesajlardan biri olacaktır. TEK YOL OTORİTE, UMUT VE KONTROL Dolayısıyla muhalefetin yaşadığımız felaketin ardından ürettiği -benim gibi muhalif ve politik insanların hoşuna giden- öfkeye yaslanan cevapların, değişimi tetiklemek konusunda ne kadar güçlü olduğunu hızla sorgulamak gerekiyor. Böylesi kriz anlarında toplumun empati, otorite ve umut beklediğini; çaresizlikle günlük bazda yüzleşen kitlelerin, tekrardan kaderlerini ellerine alma ihtiyacı hissettiklerini görmek lazım. Muhalefetin sahada ortak fotoğraf verip, ülkeyi beraber yöneteceğini iddia eden Millet İttifakı bileşenlerinin de ortak mesajlar üretmesi gerekirdi. Sığınacak liman, güvenlik ve güvence bekleyen toplum için ‘değişim’i güvenli bir alternatif yapmanın yolu budur. Siyasi aktörler ‘normal’e dönerken, bunu göz önünde bulundurmaları iyi olacaktır. Öfke felç eder, umut ve kontrol ise hayata döndürür.