Demokrasiyi içinde seçim kazanmanın da yer aldığı bir ilkeler manzumesi değil, sadece ne pahasına olursa olsun kendilerine seçimi kazandıracak ama kaybettirmeyecek bir araç olarak görüyorlar. İktidar seçkinleri demokrasiye inanmayınca, demokrasinin yaşatılması da zor oluyor. Milletvekili genel seçimleri ve cumhurbaşkanı ikinci tur seçimi nihayet tamamlandı. Birçok kamuoyu araştırmacısının ve kamuoyunda giderek yerleşen bir beklentinin aksine, iktidar koalisyonu parlamentoda çoğunluğu elde ettiği gibi, cumhurbaşkanlığı seçimini de neredeyse yirmi yıldır ülkeyi yöneten Tayyip Erdoğan kazandı. Muhalefet cephesinde bir şaşkınlık yaşandı. Şimdi neden seçimler kaybedildi, nerede hata yaptık, ne yapsaydık seçimi kazanırdık, kim kazanırdı ve buna benzer namütenahi soru sorulacak, cevap üretilecek, müzakere edilecek. Pek de uzak olmayan bir süre sonra yapılacak belediye seçimlerine hazırlanılmaya başlanacak. Sonuçlardan memnun olmayan kesim şüphesiz türdeş değil. Ancak aralarında bir kesim, seçimde uğranılan yenilgi ile ilgili olarak seçmeni suçlama temayülü sergiliyor. Tabii tek bir görüş egemen değil. Kimine göre kocaman cahil bir kitlenin dindarlığı ve sürü güdüsü türünden milliyetçiliği sağ siyasetçiler tarafından harekete geçiriliyor ve sömürülüyor. Kimine göre fakir ve imkanları dar seçmen bir miktar paraya, bir çuval una, bir kutu makarnaya, bir miktar kömüre veya benzeri bir maddi imkana satın alınıyor. Kimine göre karşımızda kısa süre içinde köyden kente göç etmiş, kırsal değerleri yitirmiş, kentsel değerleri edinememiş, herhangi bir ahlak kuralına göre hareket etmeyen, sadece kendi kısa vadeli çıkarını ve tatminini kollayan bir kitle var. Kimine göre bu kitlenin esas niteliği cehaleti, IQ katsayısının düşük olması, kolayca aldatılabilmesi ve demagogların peşinden gidebilmesi. Bu değerlendirmelerin bir bölümü doğru olabilir veya olmayabilir. Ben bunun tartışmasına girmeyeceğim, biraz farklı bir bakış açısından olaya bakmağa çalışacağım. Geçen yüzyılın ortalarında Samuel Stouffer adında bir Amerikalı siyaset sosyoloğu Amerikan toplumunda demokratik değerlerin yapısını incelemişti. Stouffer sıradan vatandaşlar ve siyasal seçkinler şeklinde iki zümreye odaklanmıştı. Seçkinler kısmına bir yerleşim birimindeki siyasi partilerin lider kadrosu, sivil toplum örgütlerinin başındaki kişiler, yerel yöneticiler, şirket yöneticileri, ileri gelen basın mensupları ve benzerleri yer alıyordu. Gerek sıradan vatandaşlara gerek seçkinlere aynı soru dizisi yöneltilmiş, demokrasinin kuralları ve işleyişiyle ilgili sorular sorulmuştu. Edinilen bilgiler ilgi çekiciydi. Genel düzeyde sorulduğu zaman gerek siyasal seçkinler gerek sıradan vatandaşlar demokrasinın kurallarını biliyorlar ve destekliyorlardı. Sözgelimi, “demokrasilerde her vatandaş fikrini özgürce ifade edebilmelidir” şeklindeki bir soruya herkes olumlu cevaplar veriyordu. Ancak, konu somut örneklere indirgendiği zaman, seçkinler demokratik değerlerin özel durumlarda geçerliliğini koruyan cevaplar verirken, sıradan vatandaşlar kolaylıkla demokrasiden uzaklaşabiliyorlardı. Bir örnekle açıklamak gerekirse, “Bir kişinin umumi bir toplantıda saçma sapan fikirlerle dolu bir konuşma yapmasına izin verilmemelidir” düşüncesine seçkinler karşı çıkarken, vatandaşlar kişiye söz hakkı tanınmamasına itiraz etmiyorlardı.
AKP ile iktidara gelen yeni siyasal seçkinler demokratik değerlerle yeterince tanışık olmadıkları gibi, demokratik uygulamalardan rahatsızlık duyuyorlar.
Özetleyecek olursak, seçkinler demokratik değerleri daha iyi biliyorlar ve genel olarak ifade edilen değerleri özel durumlara daha başarılı bir şekilde uyguluyorlar, sıradan vatandaşlar genel değerlerle tanışık olsalar dahi, bunlar somut durumlara indirgendiğinde kolaylıkla demokratik değerlerden uzaklaşabiliyorlardı. Bu gözlemden çıkarılacak sonucu benim ifade etmeme gerek var mı bilmiyorum: Bir ülkede demokrasinin işlerliğini koruması için, siyasal seçkinlerin demokratik değerleri bilmeleri, bunları somut durumlarda da gözetilecek biçimde yorumlayabilmeleri gerekiyor. Bir anlamda siyasal demokrasinin güvencesini siyasal seçkinler oluşturuyor. Acaba Türkiye’de siyasal seçkinler demokratik değerleri ne kadar yakından biliyor ne oranda sahipleniyorlar? Soruyu yanıtlamadan bir hususa daha işaret etmek yararlı olabilir. Bir toplum ne kadar uzun süreler bir demokrasi tecrübesi yaşarsa, demokratik değerler o kadar daha iyi anlaşılıyor, öğreniliyor. Böylelikle, demokratik değerler toplumda yaygınlaşıyor ve benimseniyor.  Bu gözlemin sadece sıradan vatandaşlar için değil, siyasal seçkinler için de geçerli olduğunu da ekleyelim. Türkiye 1946 seçimlerinde siyasal rekabetle tanıştı, 1950’de iktidar seçimler aracılığıyla değişti. Daha sonraki yıllarda siyasal seçkinlerin demokrasiyi iyi anlamamaları veya uygulamamaları nedeniyle başta askeri müdahaleler olmak üzere güçlükler yaşandı. Hatta, bir askeri müdahale ile görevden uzaklaştırıldığı için demokrasi kahramanı ilan edilen Demokrat Parti kadrolarının, başta liderleri olmak üzere ilk demokrasi deneyinin ölüm fermanını, demokratik ilkeleri terk ederek kendilerinin imzaladığı dahi kolaylıkla unutulabildi ya da dikkatlerden kaçabildi. Ancak, bütün yaşanan güçlüklere rağmen toplumda demokrasi giderek yerleşmeğe başladı, seçkinler de demokrasi kurallarını daha iyi tanımak, özümsemek, siyasi hayatı onlara göre düzenlemek ve bireysel davranışlarında da demokratik ilkeleri gözetmek konusunda bir hayli mesafe kat ettiler. Pekiyi, ne oldu da şimdi demokrasi olmanın bu kadar uzağına düştük, dünyada yapılan tasniflerde artık yönetimimiz demokrasi olarak nitelendirilmiyor? Sanıyorum bu durumu da siyasal seçkinlerin dönüşümüne eğilerek açıklayabilmemiz mümkün.  2000’li yıllara kadar siyasal liderlerimiz o dönemlerde sayıları nispeten az olan devlet üniversitelerinde eğitim görmüş, bilahare bir süre devlet memuriyetinde bulunmuş, özel sektöre ait büyük kuruluşlarda görev almış bireyler arasından geliyordu. Taşradan gelenler de bu yönetici sınıfla bağlantıları olan, davranış itibariyle onlara benzeyen veya onlara uyum sağlamaya çalışan kişilerden oluşuyordu. Bu zevat, farklı düşünseler bile birbirine karşı daha saygılı, yetişmeleri itibariyle en kızgın anlarında dahi sözlerini terbiye sınırları içinde tutmasını bilen, yaşam biçimleri birbirinden çok farklı olmayan kişilerden oluşuyordu. Farklı bir formasyondan gelenler de zaman içinde bu zümrenin kalıplarına ayak uyduruyorlardı. 2000 sonrasında AKP çok farklı bir siyasal seçkin zümresi önce parlamenter, ardından da kamu görevlerine gelmeye başladı. Bu kişiler mevcut siyasal seçkinler kadrosuna girememiş, hatta bazen de dışlanmış kişilerden oluşan bir “karşı seçkin” zümresi idi. Demokratik ortamlara yetişmemişlerdi. Kimi babasından olur olmaz sebeplerden dayak yemiş, kimi ailesinin yemek masasında kendi fikrimi söyleme cesaretinin bedelini yüzüne aşk edilen bir tokatla ödemişti. Ailelerinde kadınlara değer verilmiyor, ikinci derecede bir konumda bulunuyorlardı. Bu seçkinler eski siyasal seçkinlerin modern yaşamında uzaktılar, onları yozlaşmış, yerli değerlere yabancılaşmış buluyorlar ve küçümsüyorlardı. Kendilerine gerçeklerle herhangi bir ilgisi bulunmayan alternatif bir dünya inşa ettiler. Mesela çoğunlukla Osmanlıcıydılar. Aslında Cumhuriyet seçkinlerinin Osmanlı siyasi seçkinler zümresinin bir devamı olduğunu, muhtemelen kendilerinin Osmanlı padişahının pek de itibar etmediği bir zümreden geldiklerinin bilincinde bile değildiler. Padişahların devleti kurtarmak için Batılılaşmaya öncülük ettiklerini, kişisel düzeyde birçok bakımdan modern bir yaşam tarzı izlediklerini bilmiyor veya görmezden geliyorlardı. ‘93 harbinde bugünkü Türkiye’nin iki misli toprak kaybettiğinde Abdülhamit’in Sultan olduğu dikkatlerinden kaçtı, onun döneminde bir santimetre kare toprak kaybedilmediğini saçmaladılar.
Bir toplum ne kadar uzun süreler bir demokrasi tecrübesi yaşarsa, demokratik değerler o kadar daha iyi anlaşılıyor, öğreniliyor. Böylelikle, demokratik değerler toplumda yaygınlaşıyor ve benimseniyor.
İmparatorluğun bir dünya savaşı sonunda fiilen çöktüğünü unuttular. Sanki hiç bir sorunu olmayan mükemmel bir geleneksel imparatorluk örgütünü modern Türkiye’yi kuranlar yıkmış gibi konuştular.  Vahdettin’in İngilizlere sığınarak İstanbul’u terkettiğinden adeta bihaberdiler. Fakat yukarda da işaret etmeye çalıştım, esas mesele gerçekler değil, kendilerini dışladığını düşündükleri Cumhuriyete karşı benimseyebilecekleri, hatta sığınabilecekleri bir hikâye uydurmaktı. AKP ile iktidara gelen yeni siyasal seçkinler demokratik değerlerle yeterince tanışık olmadıkları gibi, demokratik uygulamalardan rahatsızlık duyuyorlar. Örneğin, seçilerek göreve geldiklerinden yola çıkarak kendini kanunları uygulamakla mükellef sayan bürokrasinin, yorumlamakla yükümlü yargının kendilerinin yapmak istediklerini engellemesine tahammül edemiyorlar, eleştiri hakkının iktidarın muhalefete karşı kullanabileceği ama muhalefetin kullanmaması gereken bir araç olduğunu düşünüyorlar. Daha da vahim olarak, belki de gelebilmeyi tahayyül etmedikleri mevkilere ancak seçimle gelebildikleri için, demokrasi müsabakasında kaybetmeyi göze alamıyorlar, dolayısıyla kazanmak için seçimleri serbest ve adil olmaktan uzaklaştırıyorlar.  İsterseniz daha fazla uzatmayayım. Seçmenin bilgi eksiklikleri, bencillikleri, aymazlıkları olabilir. Korkarım, her birimizin siyasal tercihini destekleyen seçmenlerin bu türden zaafları vardır. Daha önemli olan husus ise mevcut iktidar seçkinlerinin demokrasiye inanmamaları, onu benimsememeleri, ona uygun hareket etmemeleridir. Demokrasiyi içinde seçim kazanmanın da yer aldığı bir ilkeler manzumesi değil, sadece ne pahasına olursa olsun kendilerine seçimi kazandıracak ama kaybettirmeyecek bir araç olarak görüyorlar. İktidar seçkinleri demokrasiye inanmayınca, demokrasinin yaşatılması da zor oluyor.