Çokkültürlülük modelin geçiş aşaması, ideolojiler açısından da “denge mekanizmasının” neye karşılık geldiğini de hatırlatıyordu. Konuya biraz da bu açıdan yaklaşacağım. Kavram güdümlülükten anlamlara doğru…
Her geçen ve ardından gelen yeni yıllar, siyasal alanda müphem (belirsiz) alanlar yaratıyor. Bu hissiyata kapılanlar yalnız değildir. Siyaset biliminde tanımlanan ya da kavramsallaştırılan o bildiğimiz soruyla yazıyı çerçevelendirmek istiyorum: “Küreselleşmenin sonu mu?”
1961 yılında Almanya’ya “misafir işçi” olarak Türkiye’den giden vatandaşlarımız, kalanlarla, yeni nesil kuşaklarla, Kreuzberg (Küçük İstanbul) mekânı, dönenlerle…vesaire çokkültürlülük modeline geçmiş Almanya’nın sürecin nereye doğru evrildiğini göstermiş oldu. Sadece kavram bağlılık ve teori üretmek değil ama tarihsel alanda toplumların yaşamış olduğu geçişlerin ve dönüşümlerin “kısa-orta ve uzun dönemli” uğraşlarını iletmiş oluyordu. Çokkültürlülük modelin geçiş aşaması, ideolojiler açısından da “denge mekanizmasının” neye karşılık geldiğini de hatırlatıyordu. Konuya biraz da bu açıdan yaklaşacağım. Kavram güdümlülükten anlamlara doğru…
Yabancı düşmanlığı ve ırkçılık, kültürlere karşı önyargıları arttıran yeni ırkçılık, gettolar, sosyal köken tartışmaları, steryotiplerden insan yaratmanın yanlışlığı, emeğin dönüşümün nasıl değerlendirildiği, toplumsal değerler ve haysiyet, model göçmenler, uyum ve eğitim politikaları (sıklıkla kullanılan harmoni kavramı) nihayetinde evrilen çokkültürlülük denemesinin Türkiye’ye yansımaları elbette: “Kemalizm ve laiklik, ulus devlet modeli, sınır güvenliği, etnik azınlıklar meselesi tartışmaları…vb. Hepsi sorunlar zincirini derinleştiriyor.
Tabii bunlara ek olarak, Kürt sorununu ülke bağlamından çıkarıp, diaspora sorunu haline getirerek, meselenin eşit yurttaşlık, eğitim ve üretim modeli ile çözülebileceği inancını sarsan radikal sağ-sol kimlik eksenli ideolojik partilerin elinde bir siyasal koz olarak kullanmakla başlayan siyasal alanın maskesinin düşmesini de ekleyebiliriz. Aslında, bu topraklarda herkes hakkıyla ve layık olduğu şekilde haysiyeti ile yaşamak istiyordu. İşte böyle sorunlar zincirinin yeni halkalarını, çokkültürlülük modeli, 1980’ler, 1990’lar ve 2000’ler ve sonrası için küreselleşme ve 2011 Suriye İç Savaşı ile ülkemizi sarsan gelişmeler meydana getirdi. Bu geçişler başlangıçta yumuşak sayılabilir ancak, son 15-20 yıldaki geçişleri siyasal ve toplumsal alanda gergin ve sert bulduğumu vurgulamak isterim.
Son göç dalgaları ile konu, bir hayli enteresan hâl alıyor. Başlangıçta vücut bulan sonlar başladığımız yere dönünce, “değişim” alanlarını betimleyen, aydınlanmaya katkısı olan hikayeleri betimlemek gerekebilir. 2011 yılı sonrası, Ortadoğu toplumlarındaki süreçte ve daha sonrası için hayli çarpıcı duran “İnsan Haysiyeti” meselesi, çağımızda ve toplumlarda “derin bir huzursuzluk ve endişe bozukluğu” yarattı. Hiç olmadığı kadar kaygılıyız. Gelecek için, kadınlar için, çocuklar için, doğa için, yuva için…
2020 yılından sonra ise adeta simülasyon-hiper gerçeklik çağında yaşadığımızı düşünenler, toplum ile ilgili beklentilerini ve kaygılarını dillendirmeye başladılar. Yıl 2020 ve İdlib’de rejim güçlerinin saldırısının ardından sınır kapılarının açıldığı iddiaları üzerine yüzlerce göçmen Edirne’ye akın etmeye başlamıştı. Yunanistan’a açılan Pazarkule Sınır Kapısı’na ve Bulgaristan’a açılan Kapıkule Sınır Kapısı’na doğru yürüyüşe geçen göçmenlerin sayısının sürekli arttığı haberi kapsamında Edirne'ye gelen aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu yaklaşık 300 göçmen, haberin duyulmasının ardından gece yarısı Yunanistan'a geçmek üzere sınıra doğru yürüyüşe geçti. Sert bir geçiş olarak durmasıyla birlikte, nitelik ve nicelik olarak “göç olgusunun”, ağaç modelinin birçok dalı olduğunu ekranlardan izlemiş olduk.
Hatırlanması gereken şudur; “düşlerin, çocukların kitaplara binip uçması, beyaz güvercinlerin uçuşması” sadece hikayelerdeki mücadele alanı değildir.
Ülkemiz, farklı kültürlerden insanların, örneğin, Suriyeli, Faslı, Pakistanlı ve Afganistanlı insanların odak noktası oldu. Politikaya ve toplumsala ait “yaşam belleği ve deneyimi” anlatısı bir anlam ileticisi olarak, “çifte gerçekliğin” algılardaki yerini medya aracılığıyla seslendirdi. Hangi gerçeklikler ve kopukluklarla hikayeleri betimleyebilirdik ki?
Yurttaşlık kavramı çerçevesi, devletlerin var oluşundan bu yana “ulus-devlet” modeli gibi perspektif analizleri ve sınırları ile birlikte hatırlanmaktadır. Yurttaşlık kavramı, “yurttaşlık haklarının”, farklı sınırlarda farklı yurttaşlık yaklaşımları ile “insan haklarına” karşı devletlerin bakış açılarının farklılaşmasına neden olmuştur. Demokrasi klasik tanımıyla, "kratos"; iktidar, yönetme, güç” anlamı, "Demos" sözcüğü ise; “halk, yurttaş topluluğu, sıradan halk” gibi pek çok anlamı olan bir sözcüğün, kategorik yurttaş kimliği yaratmasını sorgulamak yerine, kültürel değerlerimizde “aydınlanmanın” ve bu topraklardaki “sevgi, dostluk” gibi yıllar öncesinden “göç” olgusunun, hikayelerdeki uzantısını hatırlatmak gerekiyor.
Yaşam alanımızı hikayelerle filizlendiren ve bir dönem anlatısı sunan, Cumhuriyet Dönemi Türk edebiyatında eserleriyle aydınlanmaya katkısı olan Fakir Baykurt’un “Eşekli Kütüphaneci” adlı eserindeki karakterde vücut bulan Mustafa Güzelgöz’ün, Peribacaları/Ürgüp şehrine, Yunanistan’ın Dimitrios Katsikas adında birinin gelmesi üzerine başlayan öykü “sevgi köprüsünü” betimlerken, “değişimin neresindeyiz” sorusunu sormak açısından bir hayli ilginç duruyor.
Dimitrios Katsikas adındaki genç adam, yıllar öncesinden bu topraklardan göçe zorlanan büyükbaba ve büyükannelerinin hikayesini bulmak, buraya dönmeyen akrabalarının yerine “Peribacaları’nı” gezmek ister. Tesadüfler, bir adım ötedeki yörenin tanınan ve sevilen kişisi “Baba” lakaplı Aziz Güzelgöz’ü karşısına çıkarır. Kısa sürede kaynaşırlar. Ürgüp’te kitaplığı kurarken, otuzdan fazla köyün halkına, eşekle kitap taşıyan, “Eşekli Kütüphaneci” lakaplı, Mustafa Güzelgözü” karşısına çıkarır.
Edebiyat sanatı ile girilen diyalog alanı, aslında samimi olabilecek şekilde estetik kaygılar, değer, dönem, duygu, umut gibi anlamlar diyarına açılır.
Dimitrios ve Eşekli Kütüphaneci arasında “dostluk ve sevgi köprüsü” pekişir ve “Ürgüp ve Larisa” iki kardeş şehir olabilir mi fikri dolaşmaya başlar. Tabii, bu kolay gerçekleşebilecek bir şey olmayacaktır. Ancak, Aziz Güzelgöz, işlerin yolunda gitmesi ve sağlamlaşması için Ürgüp’te bir
Türkiye-Yunanistan Dostluk Derneği kurulmasının hazırlıklarını başlatır romanın sonunda.
Hatırlanması gereken şudur; “düşlerin, çocukların kitaplara binip uçması, beyaz güvercinlerin uçuşması” sadece hikayelerdeki mücadele alanı değildir. Bugünkü mücadele ile karşılaştırıldığında “aydınlanmaya” katkı sağlayan bu yazarların düşlerdeki yeri, çocukların, kadınların, gençlerin ve tek tek bireylerin “eşit haklar ve çağdaş yurttaşlık” ilerleyişinde “kültürel değerlerde “eğitim bir haktır” anlayışını demokrasilere yerleştirebilmesi için kent yönelimlerine doğru tutum alabilmeleridir. Yurttaşı, yuvaya bağlar ve tüm özgürlük seslenişlerini bir hikâyede birleştirir.
Edebiyat sanatı ile girilen diyalog alanı, aslında samimi olabilecek şekilde estetik kaygılar, değer, dönem, duygu, umut gibi anlamlar diyarına açılır. Yorumlar alanı, anlam(lar) açısından özgün bir görme biçimidir: “Olasılıklar ve tahminler” gibi. Edebiyatın, siyaset ve felsefe gibi sosyal bilimler alanındaki avantajı, metnin kendisinin “görsel şiirinden ziyade”, mercek yani bakış açısı sunma olanağıdır. Kişinin hafızasında canlanan sözcükler “ilk anlamlarından” başka bireylere, dönemlere, şehirlere, nesnelere açılır. Kavram güdümlülükten, “sağduyu ve öte dünyaya” ait tüm duyarlılığı keşfetmek, dünya üzerindeki “lekeyi” başka adımda “ilerleyerek” gelecek dünyasında” görmek gerekir. Bu bizi Nazım Hikmet’in dizelerindeki gibi aydınlatır:
“En güzel deniz: henüz gidilmemiş olandır.
En güzel çocuk: henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz: henüz yaşamadıklarımız.
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz: henüz söylememiş olduğum sözdür…”
Klimt, yeni bir başlangıç sunuyordu. İpucu şudur: Aydınlanmayı, dünyevilikte, doğal hayatın izlerinde aramak, yeni bir izlenimcilik olarak görmek gerekiyor.
Aydınlanmayı hikayelerde aramak, bir çağın bulanıklığını ve belirsizliğini Gustav Klimt’in “Öpücük” adlı eseriyle somutlaştırır. Görsel sanatlara değinmemin nedeni, Metaforik anlatım sunarak bir dönemin “protestosunu ya da direnişini” estetize ederek haykırmasıdır. Sanat eserinin böyle bir kaygı taşımamasını doğal karşılayabiliriz. Örneğin; Gustav Klimt, altın, düz bir arka planda birbirlerini öpen bir çifti tasvir etmiştir. Kadının gözleri kapalıdır, bir kolu erkeğin boynuna sarılmıştır, diğeri hafifçe eline dayanıyor ve yüzü adamın öpücüğünü karşılayacak şekilde resmedilmiştir.
Klimt, yeni bir başlangıç sunuyordu. İpucu şudur: Aydınlanmayı, dünyevilikte, doğal hayatın izlerinde aramak, yeni bir izlenimcilik olarak görmek gerekiyor. Görsel sanatlardaki bu ipucu ise, “mercekte” ve “dönemdeki” izleridir. Sanat ve edebiyat, hikayedeki arzuyu estetize eder, şiir ise dizelerdeki bildiriyi gerçeklikle ve ıstırapla/mutlulukla haykırır. Öpücük, “
Altın Çağın ve Aydınlanmanın” eseridir. Bütün estetikliğiyle, dünyevi hayatın izlerindeki “zincirleri” kırar.
Aydınlanmanın yeni diyaloğu, “insani” ve “doğal hayatın” izlenimciliğinde, modernleşme felsefesinde insanlığın şimdide bir gelecekte, “yeni hikayeler zamanıdır” diyerek sesleniyor. “
Eşekli Kütüphaneci” adlı eser, böyle bir dostluğun, sevginin olanağıdır. Kardeş kentler, gezici kütüphaneler, yeni kent diyalogları, yetenek kariyerleri, kent mimarisi ve dokusu, toplumsal hafızaya tanıklık eden sergiler ve köprüler ve daha fazlasıdır. Şimdiki zamanda aydınlanmanın hikayesi için “
aksiyoloji” diyorum. Aksiyoloji, çağın öte bulanıklılığının ve belirsizliliğinin yarattığı “lekeyi” çevirir; estetik, vicdan, moral değerlerle yeniden eyler.