On dokuz yıllık iktidarı döneminde AKP, sanayileşmeden taviz vererek daha çok ticaret-hizmet-inşaat gibi sektörler üzerinden büyüme elde etmeye çalıştı. Bu durum sonunda kaynak yaratamayan, sanayileşemeyen bir ekonomiye yol açtı.
Bir kalkınma iktisatçısı olarak uzun zamandır yazdığım bilimsel makalelerle sanayileşmenin önemini kamuoyuna anlatmaya çalışıyorum. On dokuz yıllık iktidarı döneminde AKP, sanayileşmeden taviz vererek daha çok
ticaret-hizmet-inşaat gibi sektörler üzerinden büyüme elde etmeye çalıştı.
Bu durum sonunda kaynak yaratamayan, sanayileşemeyen bir ekonomiye yol açtı.
Bu iktidarın yaptığı basit bir tercih değildi.
Öncelikle uluslararası mali piyasalarda ucuz ve bol likidite, Türkiye gibi ülkelere büyük borçlanma imkânları vermekte, onların cari açıklarının finansmanını kolaylaştırmaktaydı. Bu kaynaklarla birlikte ortaya çıkan değerli TL’nin sağladığı imkânlarla yerel üretiminin cazibesi ortadan kalktı. Yurtiçinde sanayi mallarına yönelik talebin, cari açık verme pahasına ithalatla karşılanması tercih edildi. Bu tesadüfen ortaya çıkmış bir durum değil, aksine bilinçli olarak yapılmış bir tercihti.
Kurların istikrarı nedeniyle ithal sanayi mallarına yönelik oluşan talep fazlası enflasyon yaratma tehlikesi doğurmamış, sadece cari açıklar vasıtasıyla görünür hale gelmişti. Eğer sanayi mallarının fiyatları üzerinden bir enflasyon olacaksa, kaynağı ya kur artışı ya da yurt dışı oluşacak bir fiyat artışı olacaktı. Zaten zaman zaman TCMB’nin enflasyon raporlarında da belirtildiği gibi o günlerde dünyadaki
gıda fiyatlarında ortaya çıkan artışlar, enflasyon hedeflerinde sapmaların nedeni olarak görülmüştü.
Bunun dışında diğer bir enflasyon kaynağı ise, yerel nitelikli olan ve uluslararası piyasalarda ticareti yapılamayan
hizmet-ticaret-inşaat gibi alanlardaki mal ve hizmetlerin fiyatlarında yüksek yurtiçi talep nedeniyle görülen artışlardır. Bu mal ve hizmetlerin dışarıdan ithali mümkün olmadığı için yurtiçi talepteki fazlalıklar ister istemez fiyatlar üzerinde görünür hale gelmişti.
Böyle bir politika ve beraberinde oluşan nispi fiyatlar doğal olarak sanayileşme için ekonomide yeterli bir alan bırakmıyordu. Bu on dokuz yıllık AKP döneminin ekonomik modelinin kısa bir özetidir.
Böylece sanayi mallarına yönelen talep fazlası cari açık olarak kendini gösterirken, hizmet-ticaret-inşaata yönelen talebin etkisi de enflasyon olarak görülüyordu. Ancak neticede her ikisi de yurtiçinde aşırı harcamanın ve yüksek yurtiçi talep artışının sonucuydu. Sadece görünürlükler farklılık göstermekteydi.
Böyle bir politika ve beraberinde oluşan nispi fiyatlar doğal olarak sanayileşme için ekonomide yeterli bir alan bırakmıyordu. Bu on dokuz yıllık AKP döneminin ekonomik modelinin kısa bir özetidir.
Bu modelin sağladığı refah artışları siyasiler tarafından sevildi ve modelin ekonomide yol açabileceği tahribatlar bilinçli olarak göz ardı edildi. Öncelikle ekonominin dış kaynağa bağımlılığı ile birlikte artan borç stoku, ardından belirgin hale gelen
sanayisizleşme ve ithalata olan bağımlıkta görülen artışlar bu modelin en istenmeyen, ama öngörülebilen sonuçlarıydı.
Şimdi ne oldu da o günlerde izlenilen politikalardan 180 derece dönüş yapılarak, taban tabana farklı bir politika tercih edildi? Hem de son derecede zamansız bir şekilde.
Aslında cevabı çok basit.
Çünkü AKP yönetiminin alışık olduğu ve bugüne değin sonuna kadar kullandığı bu tarz politikaların, bugünkü gibi bir uluslararası ortamda uygulanabilme şansı kalmamıştır.
Şimdi ne oldu da o zamanın politikasından taban tabana farklı bir politika tercih edildi? Çünkü AKP yönetiminin sonuna kadar kullandığı bu tarz politikaları, bugünkü gibi bir uluslararası ortamda uygulayabilme şansı yoktur.
Öncelikle Türkiye’nin eskisi gibi uluslararası mali kaynaklara erişimi kolay değildir. Bu kaynaklara ulaşsa bile, maliyetleri geçmişe göre artmıştır.
Bunlara el olarak ülkedeki kur istikrarı bozulmuş, 2013 sonrasında TL gözle görülür bir şekilde değer kaybetmeye başlamıştır. Dahası enflasyon tekrar ülke gündemine gelirken, ekonomide TCMB’nin faiz politikasında muhafazakârlaşmasını ve artış yapmasını direten koşullar oluşmuştur. Tüm bunların neticesinde ise, ülkenin borçlanarak eskisi gibi kolay harcayabilme olanağı kalmamıştır.
İhtiyaç duyulan dövizin yegâne kaynağı artık ihracat ve sanayi faaliyetleridir.
ÇİN’İN SERMAYE BİRİKİMİ
Öncelikle şunu belirtmekte yarar var. Hükümet son zamanlarda sanayileşmenin önemini durduk yere mi keşfetti? Bundan on dokuz yıl önce bunu göremediler mi?
Aslında görüldü.
2013 yılında hükümetin kendi içinden de gelen eleştirilerde “büyümenin kalitesi” konu ediliyor, kamuoyunda tartışılıyordu. Bu tartışmanın öznesinde de sanayinin ekonomideki ağırlığının, zamanından önce azalıyor olması yer almaktaydı. Bu durum birçok uluslararası gözlemci tarafından
erken sanayisizleşme olarak adlandırılmaktaydı. Türkiye’de ise kimi “
orta gelir tuzağı” tartışmasıyla kimisi de “büyümenin kalitesi” üzerinden bu konuyu gündeme taşımaya çalışıyordu. Ancak “sahte refah artışı” sağlayan sermaye girişleri devam ettiği, TL değerli kaldığı müddetçe kamuoyu bu tartışmaları görmezden gelmekteydi.
Hükümet bu görüşlere çok uzun zaman itibar etmedi. Hatta bu görüşleri dile getirenleri muhaliflikle suçladı ve her zaman yaptığı gibi kamuoyu nezdinde kutuplaşmanın öznesi haline getirdi.
Borçlanma ve
değerli TL’nin sağladığı refahın olumlu siyasi sonuçlarından yararlanmayı tercih etti.
Dahası o tarihlerde Çin basit imalat sektörüne dayanan büyüme politikasını, düşük ücrete dayalı bir sanayileşme stratejisi kapsamında, müdahaleci bir devlet yapısıyla uygulamaktaydı. Kalabalık nüfusunun yarattığı imkânları kullanan Çin, kontrollü şekilde tarımın transformasyonunu sağlamaya çalışırken, bu nüfusun sanayi için sunduğu olanakları da sonuna kadar kullandı.
Düşük ücretlere dayanarak emek gelirleri üzerinden elde edilen artık, ülkeye ciddi miktarda sermaye birikimi sağladı. İçerideki tüketimi kısan Çin yönetimi, elde edilen refahın geniş halk kitleleri ile paylaşımını sınırlandırdı.
Düşük ücretlere dayanarak emek gelirleri üzerinden elde edilen artık, ülkeye ciddi miktarda sermaye birikimi sağladı. İçerideki tüketimi kısan Çin yönetimi, elde edilen refahın geniş halk kitleleri ile paylaşımını sınırlandırarak, elde edilen bu artığa el koydu. Bu modeli ülkemiz için önerenlere sorulması gereken soru şudur: Bu, ülkemizde yapılabilir mi?
Özellikle çok uzun süre, geniş halk kitlelerinin refaha erişimini temin ettiğini iddia eden bir siyasi anlayış için bu ne kadar mümkündür?
Çin modelinin bir başka temel özelliği ise, devlet tarafından el konulan artığın sıkı devlet kontrolü altındaki bankacılık sektörü üzerinden, çok düşük faizlerle, tekrar sanayinin finansmanında kullanılır kılınmasıdır. Konvertibl olmayan bir ulusal para ve sermaye hareketlerine konulan yasaklar bu politikanın uygulanabilirliğini arttırmıştır. Ama mali kaynakların verimli kullanımını da ortadan kaldırmıştır. Bugün Çin bankacılık kesimi dünya mali piyasaları için bir bilinmezler yumağıdır adeta.
Türkiye’de de mevcut hükümet, kendi kontrolü altındaki üç kamu bankası ve Merkez Bankasıyla bu politikaları uygulamaya çalışmaktadır. Ama
TL konvertibl, sermaye hareketlerine de, şimdilik bir sınırlama yoktur. Tekrar sormakta yarar var.
Acaba böyle bir kurumsal çerçevede Çin modelinin ülkemizde çalışabilmesi mümkün müdür?
Sanırım bizde izlenmeye çalışılan Çin tarzı sanayi modeline benzerlik gösterdiği düşünülen yegâne özellik TL’nin dolar karşısında değer kaybı. Aslında dikkat edilirse, o bile farklı.
Sanırım bizde izlenmeye çalışılan Çin tarzı sanayi modeline benzerlik gösterdiği düşünülen yegâne özellik TL’nin dolar karşısında değer kaybı. Aslında dikkat edilirse, o bile farklı. TL’deki değer kaybının süreklilik arz ediyor olması ve kontrol edilememesi bizim farkımız olarak öne çıkıyor. Elbette Çin kendi para birimi
Yuanı dolar karşısında belli bir değere sabitlerken, bu seviyeyi koruyacak çok büyük bir rezerve sahipti. Çok uzun yıllar Yuanın dolar karşısında değer kazanmasına izin verilmeyerek, kur rekabetinin de Çin lehine olması sağlandı. Bizde ise böyle bir rezerv şu an için maalesef yok. En son var olan 128 milyar doları daha bir yıl önce tükettik.
Kontrollü bir dış ticaret rejiminin varlığı dış ticaret dengelerini Çin lehine değiştirirken, bizdeki serbest dış ticaret rejimi de bir diğer farkımızı oluşturmakta. Kurumsal düzeyde görülen bu farklar veriyken, Çin modelinin ülkemizde nasıl ve hangi koşullarda uygulanacağı ise bir başka cevaplanması gereken soru.
Mali sektörde sermaye kontrollerinin olması ve katı sermaye denetimleri, gelen yabancı yatırımların finansal sermaye yatırımı yerine, ülkenin üretim kapasitesini geliştiren bir akıma dönüştürmüştür.
Siyasi olarak tek bir siyasi partinin varlığının sağladığı istikrar ve düşük belirsizlikler Çin’e yönelik sermaye akımına yol açtı.
Mali sektörde sermaye kontrollerinin olması ve katı sermaye denetimleri, gelen yabancı yatırımların finansal sermaye yatırımı yerine, ülkenin üretim kapasitesini geliştiren bir akıma dönüştürmüştür.
Bugün karşımızdaki Çin, 1980’lerde emeğe dayalı üretim yapan ve basit imalat sektörü üzerinden büyüme yaratan bir ülke değildir.
Bugün Çin ilk dönemlerde izlediği bu politikaları terk etti. Artık ekonomide reel ücret artışları yaşanırken, elde edilen refahın halk ile paylaşımına geçildi. Ama çok daha önemlisi Çin basit imalat üretiminde uzmanlaşmayı terk ederek, 2025 hedeflerinde belirtildiği teknoloji yoğun sektörlere yöneldi. Katma değer artışlarını ve ticari artığı teknolojiye dayanarak elde etmeyi kendine amaç edindi.
Bu haliyle Çin sanayileşmede yeni bir safhaya geçmiştir. Bugün karşımızdaki
Çin, 1980’lerde emeğe dayalı üretim yapan ve basit imalat sektörü üzerinden büyüme yaratan bir ülke değildir.
BİZDE OLUR MU?
Sanmam. Türkiye için sorunun cevabı kısa ve net.
Öncelikle bu modeli biz olağanüstü koşullarda, 1980’lerin başında ülkemizde gördük. Ama 1988 yılına kadar dayanabildik.
Böyle bir modelin ülkemizdeki mevcut kurumsal yapı ile uygulanabilmesinin imkânsız olduğunu düşünmekteyim. Serbest piyasa kurumlarının Çin’e göre çok daha fazla gelişmiş olması ve sermaye giriş ve çıkışlarındaki serbestlik, TL’nin konvertibl bir para olması ve çok daha önemlisi bankacılık sisteminde devletin ağırlığının Çin kadar olmaması böyle bir modelin uygulanmasını zorlaştırmaktadır.
Değişen kurumsal çevre, 1980’lerin başında uygulanmaya başlayan, Çin benzeri düşük ücret ve değersiz TL politikasının sürdürülebilmesine olanak tanımamıştır.
Dahası bankacılık sisteminin oluşturacağı risklerin telafisini sağlayacak ve bu sektörü mali açıdan destekleyecek cari fazlalar ve pozitif net rezervlerin olmayışı Çin tipi sanayileşmenin ülkemizde uygulanabilirliğini ortadan kaldırmaktadır.
Ülkemizde 1980 yılından itibaren ekonomi politikalarında ihracat gelirleri öne çıktı, önem kazandı. O zamanki model Çin’in sanayileşme sürecinin ilk dönemlerindeki modelle benzer özelliklere sahipti.
Ekonomide yapılan harcamaları ihracat lehine saptıran bir nispi fiyat politikası izlenmiş ve düşük gelir politikasıyla ücretleri bastırıp, yurtiçi üretim kapasitesini dış pazarlardaki talebin karşılanmasına yönlendirmek amaçlanmıştır.
Çok daha önemlisi o dönemde uluslararası rekabetçiliği olmayan, salt yurt içi talebe karşılamaya yönelik olarak oluşturulmuş üretim kapasitelerine yaşam şansı bırakılmamış, tasfiye olmalarına yol açacak koşullar oluşturulmuştur.
Bu dönemde rekabetçilik gücü referans alınarak, ülkede sermaye stokunun yeniden organizasyonu yapılmaya çalışılmıştır. Dolayısıyla 1980’ler Türk sanayisi için sermaye stokunun re-organizasyon dönemidir. Ancak mali sektörün geri kalmışlığı ve ekonominin tasarruf açıkları sanayinin gelişiminin önünde en büyük engeli oluşturmuştur. Bu mali kaynak ihtiyacını karşılamak maksadıyla 1982 yılından itibaren ucu 32 numaralı kararnameye kadar giden finansal piyasalarda
aşamalı bir liberalizasyon süreci başlatılmıştır.
Yapılan harcamaları ihracat lehine saptıran bir nispi fiyat politikası izlenmiş ve düşük gelir politikasıyla ücretleri bastırıp, yurtiçi üretim kapasitesini dış pazarlardaki talebin karşılanmasına yönlendirmek amaçlanmıştır.
Düşük ücret ve değersiz TL politikası ile tekstil gibi emek yoğun ve basit imalat gibi sektörlerde ihracat artışları yaşanmıştır. Bu politikanın uygulanabilirliğini sağlayan en önemli kurumsal imkân ise, ülkenin askeri bir idare altında olması ve bu yapının anti-demokratik uygulamaların yapılabilmesini olanaklı kılmasıdır.
Düşük ücret politikası ancak 1988 yılına kadar sürdürülebilmiştir. Ülkenin demokratikleşmeye başlamasıyla birlikte bu politikanın uygulanabilirliği ortadan kalmıştır. Artan reel ücret ve kamu harcamaları 1988 yılında ülkeyi ufak çaplı ödemeler dengesi krizine maruz bırakmıştır. Sanayide gerekli dönüşümü yapıp, ülkenin artan harcama ihtiyacını karşılayabilecek
artığı üretemeyen dış ticaret yapısı, ekonominin dış kaynağa ihtiyacını daha da arttırmıştır.
Daha sonra bu ihtiyacı karşılamak için 1990 yılında 32 numaralı kararname ile TL konvertibl bir para yapılmış ve sermaye hareketlerine serbestlik getirilmiştir.
Değişen kurumsal çevre, 1980’lerin başında uygulanmaya başlayan, Çin benzeri düşük ücret ve değersiz TL politikasının sürdürülebilmesine olanak tanımamıştır.
Çok daha önemlisi Türkiye’nin yaklaşık 41 yıl önce başvurduğu bir politikayı Çin’i bahane ederek bugün gündeme getirmenin bir mantığı yoktur. Bugünkü kurumsal yapımız da böyle bir politikanın uzun dönemde uygulanabilirliğinin siyasi manada otoriterleşme ve birtakım demokratik haklardan vaz geçmekle mümkün olabileceğine işaret etmektedir
Böyle bir siyasi konjonktürün ülkemizde olup olmadığı kamuoyunun takdiridir.