En kolay yaklaşım, “cemaatler kapatılsın” yaklaşımı. Bu, tipik bir Devletçi bakış açısı, “çözemediğin sorunu ortadan kaldır, halının altına süpür, zorla yüzleşme, kolayına kaç” bakış açısı. 20 yıldan fazla bir süredir Türkiye’deki insan hakları hareketinin içindeyim. Çeşitli sivil toplum örgütlerinde, dernek ve vakıflarda yönetim kurulu üyeliği, genel sekreterlik ve başkanlık dahil, çok çeşitli görevlerim oldu. Bu konuda işleyen bürokrasinin temel reflekslerini ve nasıl çalıştığını bildiğimi düşünüyorum. Görev aldığım sivil toplum örgütlerinin istisnasız tümü, en fazla iki yıllık aralıklarla mali ve idari denetime tabi tutuldu; bu denetimlerde de neredeyse her kuruşun hesabı sorulduğu gibi olabilecek bütün idari aksaklıkları da önlemek üzere titiz evrak incelemeleri gerçekleştirildi. Elbette olması gereken de buydu, ne var ki sorun da burada başlıyordu. İnsan hakları meselesini bir güvenlik sorunu olarak gören bürokratik zihniyet, eylem ya da işlemine bakmaksızın tüm insan hakları sivil toplum örgütlerini birer tehdit olarak algıladığı için bizleri bu sıklıkta denetliyordu. İnsan hareketi mensupları olarak da bizler, bu zihniyeti yakından tanıdığımız için, büyük bir dikkat ve hassasiyetle faaliyet yürütüyor ve hiçbir hataya mahal vermiyorduk; hâlâ da öyleyiz. Mülkiye müfettişleri ve dernekler müdürlüğü bürokratları geldikleri tüm denetlemelerden teşekkür ederek ayrıldılar. Tanıdığım hemen tüm hak temelli sivil toplum örgütlerinde de benzer süreçler yaşandı, yaşanıyor. Bununla birlikte, bizleri bu titizlikte denetleyen Devletimiz, acaba tarikat ve cemaatleri aynı titizlikle denetliyor mu? Daha net sorayım: Acaba Devletimiz tarikat ve cemaatleri, mali ve idari yapılarını, bu yapıların açıp işlettikleri Kuran kurslarını, cami yaptırma derneklerini, öğrenci barındırdıkları yurtları hiç denetledi mi? Sorunun yanıtını aslında hepimiz biliyoruz. Peki, neden böle oluyor? Nedeni aslında sorunun içinde saklı. Devlet, tehdit algıladığı yapıları denetliyor, herhangi bir tehdit algılamadığı, hatta kendisinden gördüğü yapıları aslında denetleme gereği duymuyor. Öyle ya, gerçekten denetlese, mesela hepimizin acıyla hatırladığı Adana Aladağ’da 2016’daki yurt yangınında yanarak feci şekilde ölen 12 kız çocuğunun akıbeti öyle mi olurdu? Son günlerde gündemi çalkalayan çocuk yaşta evlilik ve taciz iddiaları, özellikle İsmailağa cemaatindeki olay özelinde, her aklı başında insan gibi benim de midemi bulandırdı. Nasıl bir baba, 6 yaşındaki çocuğunu kendisinden kaç yaş büyük yetişkin bir adamla evlendirir ve o adamın çocuğuyla cinsel birliktelik kurmasına müsaade eder? Niyetim insanları ve yaşam biçimi tercihlerini yargılamak değil elbette, ancak öyle görünüyor ki kanaat önderi, tarikat şeyhi ya da müritlerine rehberlik edebileceği iddiasındaki birinin kendi çocuğuna reva gördüğü muamele, o yapıların yöneticilerinin kalitesi konusunda çok mesaj veriyor; aslında kararlarının, eylem ve işlemlerinin ne kadar sorgulanmadan, kayıtsızca, büyük bir biat ve itaat kültürü altında gerçekleştiğini bir kere daha hatırlatıyor. Bu yapıların denetlenmesi için böyle pisliklerin akmasını mı beklemek gerekiyor? Hak temelli çalışan sivil toplum örgütlerini, insan hakları hareketini her fırsatta denetleyen Devlet, o yapıları gerçekten denetlemeyi neden bir an için aklından bile geçiremiyor? Çünkü, çıkar ilişkileri zarar görüyor. Bu noktada en kolay yaklaşım ise, “cemaatler kapatılsın” yaklaşımı. Bu, tipik bir Devletçi bakış açısı, “çözemediğin sorunu ortadan kaldır, halının altına süpür, zorla yüzleşme, kolayına kaç” bakış açısı. Bütünüyle yasaklanan alanın bütünüyle yeraltına kayacağını öngöremeyen kaldı mı? Devlet, gerçek bir devletse, denetleme görevinden kaçamaz. Bu yapıların sonuna kadar denetlenmesi gerekir ve bunu talep etmek de her vatandaşın hakkıdır. Canı istediği zaman denetim görevini gayet güzel yapabilen Devletimizden bu konuda hesap sormak da hakkımızdır. Bizler de senelerce bu yapıların içinde kalmak durumunda kalmış, çocuk yaşta zorla evlendirilmiş, tacize tecavüze uğramış kadınlarla daha çok dayanışma göstermek zorundayız. Kendi mahallemizden olmayan mağduriyetler daha çok ilgi alanımıza girmek zorunda. Konuyu gündemde tutabilsek, son derece etkili dayanışma yöntemleri geliştirilebileceğine eminim. Gizlilik kalkınca, şeffaflık, serbestlik gelince cemaat ve tarikat yapıları eskisi gibi sorgulanamayan ayrıcalıklarını terk etmek durumunda kalacaklar. Hukuki olarak da, sırf Atatürk zamanında çıkarıldığı için dokunulamayan 1925 tarihli ve 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Hakkında Kanun’u da kaldırmak, yerine çağdaş bir serbesti ve denetim modeli getiren yeni bir kanun yapmak gerekiyor. Hem bizzat Mustafa Kemal Atatürk demiyor mu, “benimle bilim arasında çelişki olursa, bilimden yana olun” diye…