Senden katbekat güçlü birileri gelip kapıya dayandığında ne yaparsın? Yenemeyeceğin kesenkes belli olduğu halde kahramanca dövüşür müsün? Yoksa, bu dalganın geçmesini, rakibin zayıflamasını mı beklersin?
Hani bazı uyduruk Hollywood filmlerinde göre göre aşina olmuşuzdur, ya dev cüsseli tuhaf yaratıklar ya da çeşitli yırtıcı hayvanlar bir yeri işgal eder. Neyse ki filmde bir ‘jönprömiye’ vardır ve bir şekilde dünyayı kurtarır. Ama gerçek hayat, filmlerdeki ‘jönprömiye’ olmadığından kendimizden başka güveneceğimiz kimse yoktur. Senden katbekat güçlü birileri gelip kapıya dayandığında ne yaparsın? Yenemeyeceğin kesenkes belli olduğu halde kahramanca dövüşür müsün? Yoksa, bu dalganın geçmesini, rakibin zayıflamasını mı beklersin? Çok vaktin yoktur karar vermek için, bir karar vereceksin ve verdiğin karar seninle birlikte insanların, şehirlerin, her şeyin kaderini değiştirecek. Nazi Almanyası, Avusturya’yı ilhak ettikten sonra artık o canavara dönüşmüştü. Etrafına baktı, baktığı gibi de önce doğuya sonra da batıya girdi. Geriye bir kahramanlık destanı ve yerle yeksan edilmiş bir şehir kaldı Varşova’dan. Taş taş üstünde bırakmadılar. Ama Çekoslovakya sessizce kabullendi başına gelenleri, saldırmadı, ayaklandığında, Hitler öleli iki hafta olmuş, savaş zaten bitmişti. Prag’a bir şey olmadı, Paris’e de bir şey olmadı. Olanca güzellikleriyle bugüne kaldılar ama Varşova’nın sil baştan ayağa dikilmesi gerekti. Almanlar yukarı baktıklarında Danimarka’yı gördüler. Danimarka’nın da yukarısı Norveç, oradan aşağı, ta Fransa’ya kadar bir duvar örülebilir ve İngiltere çaresiz bırakılabilirdi. Danimarkalılar, sınıra yığınak yapmışlardı. Ordu teyakkuz halindeydi. Acemi askerler, bisikletler, eski tip tüfekler… 8 Mayıs 1940 gecesi, gözcüler sınırın karşı tarafında beklenen hareketlenmeleri raporlamaya başladılar. Nazi ordusu, olmadığı kadar hareketliydi o gece. Üniformalarıyla yatma talimatı verildi, sonra alarmlar, canhıraş hazırlık… İŞGAL VE DİRENİŞ Sınır geçilmiş, Nazi işgali başlamıştı. Sınırı geçer geçmez işgalcileri durdurmayı amaçlayan birliği püskürtmek Almanlar için çocuk oyuncağıydı. Çağdışı bir ordu vardı karşılarında, bütün iletişim hatlarını kesmişlerdi, basıp geçeceklerdi, Kopenhag’a kadar durmalarını gerektirecek hiçbir direnişle karşılaşmayacaklarından eminlerdi. Bekledikleri gibi olmadı, Danimarka ordusu karşı koyuyordu. Gerçi, ellerinden bir şey gelmiyordu, bu tek tük atışlarla onları yollarından çevirmeleri mümkün değildi ama devam ediyordu Danimarka ordusu. Birlik, durduğu her yerden sökülüp atılıyor ama vazgeçmiyordu, içerlere gidiyor, elden geldiğince karşı koyuyor, daha içerlere gidiyordu sonra, cephe onlarla beraber geriye çekiliyordu. En nihayetinde, öğle saatlerinde, 170. Piyade Bölüğü Üsteğmeni Becker bu on kişilik direnişçi bölüğü teslim aldı. Başlarında Teğmen Sand vardı… Geceden bu yana geriye on kişi belki kalmıştı… 9 Nisan, Danimarka’nın işgal edildiği geceyi anlatan bir film. Çaresiz kalan, mermisi tükenen Sand’ı teslim aldığında Becker, ona çarpıcı bir soru sordu: “Mücadeleye neden devam ettiniz?” Sand, işgalci ordunun üsteğmeninin sorusunu anlamadı. “Hükümetiniz çoktan teslim olmuştu,” diye ekledi Becker, “boş yere çok can gitti.” 8 Nisan’da Danimarka’nın şanlı tarihinden, ordusunun gücünden, halkının cengaverliğinden bahseden hükümet, işgali gördüğü gibi yelkenleri suya indirmiş. Hatlar kesik olduğundan teslim olduklarını bilmeyen Sand’ın birliği çatışmaya devam etti. Karşılığında da hem Danimarkalılardan hem de Almanlardan askerler öldü. Filmin sonunda, bu çatışmanın gazileriyle kısa mülakatlar yapılmış. ASKERLERLE YAPILAN MÜLAKATLAR Şimdi, aynı soruyu bir daha soralım. Senden katbekat güçlü birileri gelip kapıya dayandığında ne yaparsın? Yenemeyeceğin kesenkes belli olduğu halde kahramanca dövüşür müsün? Yoksa, bu dalganın geçmesini, rakibin zayıflamasını mı beklersin? Hitler mesela, Kızıl Ordu, Berlin’e girmişken insanların sığındığı metrolara hortumla su vermiş. Çıksınlar ve savaşsınlar diye, ölmeden önce, Berlin’i çoluk çocukla korumaya çalışırken. Oysa, onbaşı Jacobsen, “hem büyük bir hayal kırıklığıydı,” diyor, “hem de çok çabuk bitmesinden dolayı güzeldi. Böylelikle çok Danimarkalı ölmedi.” Rasmussen diye bir başkası, insanları öldürmenin gurur duyulacak bir şey olmadığı söyledikten sonra şöyle demiş: “Ne kadar öldürürseniz zafer o kadar kolay olur.” Onbaşı Frode Jensen ise babasının bir sözünü aktarmış: “Sana bir şey diyeyim, savaşmadığını duymaktansa öldüğünü duymayı yeğlerim.” Vagn Jepsen’a ise amiri “hiçbir şey boşuna değildi,” demiş. “Fakat ödenen bedel, hepimiz için çok ağırdı.” Şöyle yapmalı, diyerek işin içinden çıkmak galiba mümkün değil. Jensen’in babası oğlunun ‘onursuz’ bir hayat sürmesindense ölmesini yeğlediğini söylerken, Jacobsen de hemen teslim oldukları için çok sayıda Danimarkalının ölmemesinden mutlu olduğunu ifade etmiş. Savaşlardan, ordulardan, militarizmin her türünden nefret ediyorum ama gelgelelim, direnmeden, direnişin bir parçası olmadan teslim olmak istemiyorum. Gönlümden böylesi geçiyor. Ama aklım, yenilginin kaçınılmaz olduğu bazı durumlarda ‘boş yere çok canlar gideceğini’ de söylüyor. Değer mi, diyorum. Ama Jepsen’in amiri gibi Direniş bastırılsa bile ‘hiçbir şeyin boşa gitmediğini’ tarihte birçok örnekle göstermeye hazır olduğumu hissediyorum. Benim hazırlanmamın bedelini ise sayısız insan ödedi; canlarıyla, kopan uzuvlarıyla, kaybettikleri sevdikleriyle… Eminim, Danimarka Kralı da bu açmazlar arasında debelendi o gece saatlerce… Ve, en sonunda bir destan yazmaktan vazgeçti, olabildiğince çok insanın hayatını korumayı tercih etti. “Ulusumuzun geçirdiği bu zor zamanlarda topraklarımızda yaşayan herkese uygun ve haysiyetli davranmaları konusunda çağrıda bulunuyorum. Herhangi kötü bir söz veya davranış çok kötü sonuçlara yol açabilir. Tanrı, hepimizi korusun. Tanrı, Danimarka’yı korusun.” Jutland’ın güneyini yıldırım hızıyla geçerken Nazi ordusu, Danimarka tahtında siz oturuyor olsaydınız ne yapardınız? Direnir miydiniz? Yoksa, olabildiğince az can kaybıyla bu dalganın geçmesini mi beklerdiniz?