CAEN sokaklarında bir gün: İnsan, mekan ve mutluluk üzerine
Politikyol
Duygu durumumuz mekanla sürekli bir iletişim halinde. İstanbul’da evime giden sokaklarda yıkılan her binanın boşluğunda bunu iliklerime kadar hissediyorum. Caen ise yıllardır aynı. Bu halini sevdiğimi gördükçe muhafazakar yanımı da keşfediyorum.
Doktoradan bu yana misafir öğretim üyesi olarak ders vermek üzere sık sık gittiğim Caen sokaklarında yürüyorum. Caen, Fransa’nın Normandiya bölgesinde küçük bir şehir. 1944’te Avrupa’nın kaderinin değiştiren D-Day’in önemli aktörlerinden biri. İkinci Dünya Savaşı şehrin yüzde yetmişini yerle bir etmiş; ama Caen tüm güzelliği ve samimiyetiyle insan eliyle yaratılan yıkıma meydan okumayı başarmış.
Üniversite şehir merkezine yaklaşık 15 dakika uzaklıkta. Tüm şehrin ana ulaşım aracı olan tramvayla kolayca ulaşıyorsunuz. Oldukça büyük ve yeşil bir kampüsün içinde yer alan Yönetim Bilimleri binasına yürürken bize tavşanlar ve sincaplar eşlik ediyor. Şehir üniversitesi kavramını önemsiyorum. Ancak üniversitelerin kendine özgü ve izole bir alan içerisinde, gündelik hayatın yüzeysel kurgusundan uzak bir dünyada, gerçek vazifelerini daha iyi yerine getirebileceklerini düşünüyorum. Bana göre, üzerinde sıklıkla düşünmediğimiz ama hayatı derinden etkileyen ve şekillendiren mekan-insan ilişkilerinde sıradanlığı, olağanlığı kırmak, algısal tekdüzeliğin kırılmasına da yardımcı oluyor. Bu yüzden özgür düşüncenin filizlenmesi için oluşturulan alanların, sıradanlaşmaktan, aynılaşmaktan, şirketleşmekten kurtulabilmesi lazım. Buradaki kampüs bana bu hissi veriyor. Sanırım bunun önemli sebeplerinden biri de mimari muhafazakarlığı. Daha teknolojik, daha modern, daha iddialıymış gibi yapmaya çalışmıyor. Görevinin farkında ve buna göre kurgulanmış.
Gösterişsiz, iddiasız, sade bir binanın merdivenlerinden yukarıya çıkıyorum. Zamanında aldığım teklifi kabul etmiş olsaydım benim olacak odanın yanından geçerken, dönüp içeride oturan hocaya şöyle bir göz atıyorum. Koridorun az ilerisinde hocaların sessizce vakit geçirip derslerine hazırlanabilmeleri için her şartın düşünüldüğü lounge adı verilen odaya giriyorum. Kampüsün sessiz manzarasına öğrencilerin silüetleri ve kahkahaları eşlik ediyor. Burada gençler, taşkın bir neşeye, büyük jest ve mimiklere ve yüksek desibelli seslere sahip değiller. Ancak yaşam enerjileri ve sevinçleri de yerinde görünüyor. Daha olgun bir genç ruh taşıyorlar gibi. Bu olgunluk, özellikle akademik alanda davranışlarına da sirayet ediyor. İçsel kontrol odağına sahipler: Hayatlarında olup bitenlerin sorumluluğunu başkalarına atmıyor, suçu başkalarında aramıyor, “Ben neyi farklı yapabilirim?” diye soruyorlar.
Bu sorular beni düşündürüyor; yemek arasında gözlemlerimi anlatıyorum, bireyleşmenin toplumsal ve kültürel sebepleri ve tabii sonuçları üzerine üniversitedeki hocalarla sohbet ediyoruz. Hocalar güleç, rahat ve samimi insanlar. Üniversitede uzun yıllardır çalışıyorlar. Doktoradan beri güvencesizlik gibi bir sorunları hiç olmamış. Akademik özgürlükler anlamında da herhangi bir sorunları yok. Ancak onların da üzerinde kendi araştırmaları için fon bulmak gibi bir sorumluluk olduğunu duyuyorum. Bu küreselde yaygın bir uygulama halini aldı. Üniversite size kısıtlı bir fon ayırıyor ve geri kalan araştırmalarınız için gerekli parayı farklı ortaklıklar ya da işbirlikleri üzerinden sizin bulmanızı talep ediyor. Ancak bunun için de kuvvetli bağlantılar kurulmuş olduğunu dile getiriyorlar. Genel olarak mutlu ve geleceğe dair pozitif beklentileri olan insanlar. Geç bir saatte yediğimiz öğle yemeğinde bizim için ara öğün sayılabilecek yarım su bardağı büyüklüğünde bir kapta sebzeli ve kuruyemişli pilav ile bir elma yiyerek yemeği sonlandırıyoruz. Hocalardan biri hepimize birer Americano ısmarlıyor. Onlar bisikletlerine atlayıp yeşillikler içindeki müstakil evlerine doğru giderken, biz de tramvayla şehir merkezine dönüyoruz.
Caen yıllardır aynı: çarşı girişindeki iki katlı, muazzam güzellikteki eski bina, az ileride el yapımı elli iki çeşit çikolata satan küçük dükkan, yol ayrımındaki büyük yemyeşil binadaki eczane ve içindeki eczacı, köşeyi dönünce karşımıza çıkan pastaneden aldığımız leziz croissantlar, iki sokak ötedeki atlı karınca… Her şey yerli yerinde. Pandemi sürecinde dahi kapanan tek bir işletme olmamış, zira küçük esnaf için çıkartılan destek paketleri tüm sabit giderlerini ödemelerine yettiği gibi, yaşamsal giderlerini karşılayabilmeleri için de gerekli desteği sağlamış. Dükkanlar kapanmamış, insanlar göç etmemiş, tabelalar değişmemiş, evler yıkılmamış, yerine kentsel dönüşümle kübik, zevksiz, ruhsuz binalar yapılmamış… Her şey bıraktığımız gibi. Tuhaf ve üzücü, çünkü evim bana giderek yabancılaşırken, dünyanın son derece alakasız bir coğrafyasındaki bu küçük şehir bana kendimi evimde gibi hissettiriyor.
Mekan aynı anda hem somut hem de soyut bir varlık. Mekanın bir hafızası, dili, soyut bir varlığı, toplumsal, kültürel ve psikolojik katmanları var. Bu katmanların her biri ile durmaksızın ilişki içindeyiz. Anlık etkileşimimizde biz onu şekillendirmiyoruz, o bizi şekillendiriyor. Duygu durumumuz, algılarımızın açıklığı, farkındalık seviyemiz, kaygı düzeyimiz… Her şey mekanla birebir ve sürekli bir iletişim halinde. İzmir’in sokaklarında dolaşırken kenti her defasında eskisinden farklı bir halde bulmamla, İstanbul’da evime giden sokaklarda yıkılan her binanın boşluğunda uzaklaşan anılarımla, kapanan mekanların yerine kentin dokusuyla uyumsuz, kör edici ışıklarla, neonlarla süslü tabelalarıyla açılan her yeni mekanla birlikte kaybolan aidiyet hissimde bunu iliklerime kadar hissediyorum. Caen ise yıllardır aynı. Bu aynı kalma halini ne kadar çok sevdiğimi gördükçe kendi muhafazakar yanımı da keşfediyorum. Muhafazakar kelimesini politik söylemde başkalaşmış anlamı ile değil, “bağlı olduğu değerleri muhafaza etmek isteyen” anlamında kullanıyorum. Muhafaza edilmesi gereken değerleri koruyabilenlere, bu bilince sahip olanlara sonsuz bir saygı ve şükranla doluyor içim.
Caen’da gün batarken “her zamanki” mekanımıza gidiyoruz. Kentin küçük çarşısında, dekorasyonu ve duvarlarda asılı objelerle sizi Orta Çağ Fransa’sında hissettiren harika bir bar. Genellikle öğrenciler ve hocaların takıldığı ve hep birlikte uzun sohbetler ettikleri, neşeli ve huzurlu bir mekan. Kendimize “her zamankinden” bir sürahi Embuscade söylüyoruz. Birkaç saate kadar da her zamanki neşemizle, her zamanki sokaklardan yürüyerek, her zamanki otele döneceğiz. Uyumadan önce de her zaman yaptığım gibi perdeyi aralayıp otelin karşısındaki sokakta dönen küçük, ışıltılı carousel’i izleyeceğim. Yaşasın bazı “her zamanki”ler.
Yorumlar
Popüler Haberler
Turabi Çamkıran, yangında tüm mal varlığını kaybetti
Menzil'de miras kavgası: Taş ve sopalarla birbirlerine girdiler
MHP'li İlyas Topsakal'ın torpil istediği belge ortaya çıktı
İddia: Ayşe Barım’ın şirketine bağlı çalışan Mert Demir ve Serenay Sarıkaya ifade verecek
Serbest bırakılmıştı: Dersine girdiği 12 yaşındaki öğrenciyi istismar eden müftü tutuklandı
Yeni kabine kulisi: 5 bakan gidici