Ben ve benim neslim, ve biliyorum ki bizden sonra gelen nesil de, artık önümüze sürülüp duran bu temcit pilavını görmek istemiyoruz. Yıllardır içinde yürüdüğümüz sis bulutunun içinde kalmak istemiyoruz. Bir kör dövüşünün aktörleri olmak istemiyoruz. Ve seyirci kalmaya da hiç niyetimiz yok. Bizim nesil hayli travmatik bir çocukluk geçirdi. Çocukluk yıllarımdan ülkeye dair hatırladığım, beni dehşete düşüren ilk olay Uğur Mumcu’nun katledilişi… O gün babamın doğum günüydü; biraz alışveriş yapmış, pasta ve hediyeler almış, neşe içinde eve dönmüştük. Televizyonu açtık sonra. Annem ve babam bir anda oldukları yere çöküp kaldılar. Haberlerde enkaz halinde bir arabanın görüntüsü veriliyor; herkes buz kesmiş. Ablam ve ben bakakalmışız, anlam veremiyoruz. Hatırladığım kadarıyla babamı ilk kez o gün ağlarken gördüm. Aklımda mıh gibi çakılı kaldı o tarih. 24 Ocak 1993. Birkaç ay sonra çocuk aklımı darmadağın eden bir olay daha oldu: Madımak Katliamı. Aklım iyice karışmış, korkum iyice yükselmişti. Haberleri dinliyor ama hiçbir anlam veremiyordum; zira bizim ailemizde, çevremizde Alevi-Sünni gibi bir kodlama yoktu. Böyle bir ayrışmanın varlığından dahi bihaberdim. Benim ailemden öğrendiğim, yaşadığım gerçeğe göre herkes insandı ve insan olduğu için değer görmeye layıktı. Yıllarca babamın “şark hizmeti” nedeniyle Doğu illerini dolaşmış, memur ailesi olduğumuz anlaşılana kadar yörenin insanıyla birlikte türlü cefaya maruz kalmış, sonrasında bir nebze de olsa ayrıştırılmış ve bu ayrıştırmadan da iliklerimize kadar nefret etmiştik. İnsan, insan olduğu için değerliydi benim aklımda. Madımak katliamını dehşet içinde izleyen 10 yaşında bir çocuk olarak aileme sorular sorduğumu ve cevapların zihnimde hiçbir bağlantıya karşılık gelmediğini hatırlıyorum. İnsanlar yanıyor ve birileri seviniyordu. Bunun bir çocuğun zihninde yaratacağı karmaşayı, travmayı belki de hiçbir zaman ciddi ciddi düşünmemişizdir. Biz, korkunç travmalarla büyümüş ve hiçbir şey yokmuş gibi hayata devam etmeye çalışmış bir nesiliz. Elbette bunun bir faturası da olacak. Tıbbi ve sosyolojik göstergelere baktığınızda da bu gerçekle karşı karşıya kalıyorsunuz. İntihar oranları yüksek, amaçsızlık hissi tavan yapmış, kararsızlık skalasında en tepeye oynayan bir kuşak… Çocukluk yıllarımdan bir sonraki anım ise bir yıl sonrasına tekabül ediyor. Sene 94… Erbakan Refah Partisi Meclis Grubu’nda büyük infial yaratan “Kanlı mı olacak, kansız mı?” sözlerini sarf ediyor. Çocuk aklı, korkuyorum. Büyüdüm ve pek bir şey değişmedi, hala müthiş dehşet verici geliyor. O günlerde çok endişelendiğimi, “Biz nerede yaşıyoruz? Bize de zarar verecekler mi?” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Henüz 10 yaşındaki bir çocuğun sorması gereken sorular değil bunlar. Bugün sokak röportajlarında enflasyon oranlarından döviz kuruna kadar tüm verileri sayıp ekonomik analizler yapan çocuklar gibiydik biz de. Bu ülke yetişkinlerine kendi işleriyle, çocuklarına da oyuncaklarıyla meşgul olacak zamanı vermedi hiç.
Özellikle darbe girişimi ve deprem felaketi gibi çok derin, çok ağır travmalardan sonra karşınızdaki insanlar artık aynı insanlar değildirler, olamazlar. Çok derin bir kırılma yaşandı ve bana kalırsa artık bunun geri dönüşü yok
Kuvvetle muhtemel İzmirli olmamın da etkisiyle görece iyi bir gençlik dönemi geçirdim. Bizim nesil de şimdiki gençlerden pek çok anlamda daha şanslıydı. Üniversiteler henüz zapturapt altına alınmamış, özgür ortamlardı. Konserlere gitmek, festivallere katılmak için servet ödememiz gerekmiyor; biriktirdiğimiz harçlıklarla Rock&Coke’a gidip dünyaca ünlü grupları dinleyebiliyorduk. Haftada bir tiyatroya veya sinemaya gitme zorunluluğu getirmiştik kendimize. Maddi gücümüzün buna elveriyor olmasının yanında çok çeşitli düşünceleri, akımları temsil eden eserler de bulabiliyorduk. İzmir’de yaşıyor olmanın da getirdiği bir avantajla son derece mutlu ve özgür bir gençliğim oldu. İstanbul ve Ankara’da büyümüş arkadaşlarımdan da aynı yorumları duydum çok sonraları. Belki de bu açıdan, olanca travmatik olaya karşın son şanslı nesildik biz… Sonraki yıllar ise zihnimde hep bir endişe bulutu içinde yer ediyor. 20 yaşımdan beri, tam 20 yıldır asla dağılmayan, bilakis koyulaşan bir sisin içinde yaşıyor gibiyim. Endişem arttıkça hayatla ilgili kararlarımı da temcit pilavı gibi önümde buldum hep: “Gitmeli miyim? Ailemi bırakıp nasıl giderim? Gidersem ve dönmezsem değerlerime, ideolojime, Çanakkale’de meydan şehidi olmuş dedeme ihanet etmiş olur muyum?” O zamanlarda insanın çakılı bir benliği olmadığından haberdar değildim. O yüzden şunu da soruyordum kendime: “Oralarda ben, ben olur muyum? Olabilir miyim? Bu ülkeden gidersem bir başkasına dönüşür müyüm? Dönüşürsem benden geriye ne kalır?” Doktorada Amerika’da geçirdiğim süre sonrasında University of Texas’ta kalmam için teklif aldım. Gitmedim. Döndükten sonra İrlanda ve Kanada’dan iki teklif daha geldi. Yine reddettim. Rasyonalite insanın kendini, değerlerini çiğneme pahasına kararlar almamasını da içerir. Bir miktar içgüdüsel olsa da irrasyonel bir karar olarak görmedim bunu. İçgüdülerin insanın kararları ve hayatı üzerindeki muazzam etkisini o zamanlarda tahlil edemiyordum. Hayat daha sonraları öğretecekti, içgüdülerimi dinlemeyi de, ne kadar doğru bir karar verdiğimi de… Bugün durduğum yerde ise aklımda çok net bir görüntü var: Özellikle darbe girişimi ve deprem felaketi gibi çok derin, çok ağır travmalardan sonra karşınızdaki insanlar artık aynı insanlar değildirler, olamazlar. Çok derin bir kırılma yaşandı ve bana kalırsa artık bunun geri dönüşü yok. Bizim kuşağın canına tak etti. Ben ve benim neslim, ve biliyorum ki bizden sonra gelen nesil de, artık önümüze sürülüp duran bu temcit pilavını görmek istemiyoruz. Yıllardır içinde yürüdüğümüz sis bulutunun içinde kalmak istemiyoruz. Bir kör dövüşünün aktörleri olmak istemiyoruz. Ve seyirci kalmaya da hiç niyetimiz yok… Çevremdeki insanların tamamına yakını da benim gibi düşünüyor ve buna uygun adımlar atıyorlar. Siyasetçisi, entelektüeli, akademisyeni ve en önemlisi pırıl pırıl gençleri… Herkes sahada artık… Bu bana büyük bir umut veriyor. Öte yandan bazen bazılarımızın bulunduğumuz noktaya bakıp kendini, çabalarını yabana atmaya meylettiğini de görüyorum. Onlar için yazıyorum: Bir Batı Avrupa insanının sekiz ömürlük cefa kotasını bir ömrün takriben yarısında doldurduk ve hala ayakta, umutlu ve mücadeleciyiz. Bu bile ne kadar güçlü olduğumuzu göstermiyor mu?