Prof. Dr. Ensar Yılmaz, Barınma/konut edinmenin şehirleşme, finansman ve konut güvenliği konuları bireysel tercihlerin ötesinde kamusal bir niteliğe sahip olduğunu ifade ediyor ve müteahhit/siyasetçi sınıfını analiz ediyor.
Önceki bir yazımda 2022 yılının iktisadi refah açısından cumhuriyet tarihinin (savaş dönemleri hariç) belki de en kötü yılı olduğunu tanımlamaya çalışmıştım. 2023 yılı başında ülkenin doğu bölgesinde meydana gelen şiddetli bir depremle birlikte oluşan insan kaybı da yine cumhuriyet tarihinin en büyük felaketi olmuş durumda. Art arda iki yılda meydana gelen iktisadi ve doğal felaketler ülke insanını hem manen hem madden çok yıprattı.
Özellikle son depremin neden bu kadar yıkıcı olduğuna dair çoğu insanın birbirine yakın görüşleri olduğunu gözlemliyorum. Ben de bu konu etrafında buraya nasıl geldiğimizi ifade etmek istiyorum. Bunu da son 20 yıl iktidarda olan AKP’nin politik ve iktisadi zihin dünyasını ve inşaatla kurduğu ilişkiyi, yani demir damarlarını takip etmeden anlamak zordur.
Daha önce AKP iktidarının inşaat ile kurduğu ilişki biçimini ve bunun etki alanlarını bir yazımda tartışmıştım (
https://www.gazeteduvar.com.tr/insaatin-politik-ekonomisi-insaat-sadece-insaat-degildir-haber-1506458). Bunu da kısaca üç başlık altında ifade etmiştim. Bunlardan biri, AKP’nin piyasayı algılama biçimi ve ona yüklediği anlam, ikincisi, inşaata verdiği özel önem ve son olarak AKP’nin politik zihin dünyası ve tercihleri.
İnşaat Türkiye için neden bu kadar önemli hâle geldi? Bunun birçok sebebi var, bazılarını sıralarsam: Birincisi, inşaatın büyük oranda girdi-çıktı üzerinden yarattığı (150-200’e yakın alt sektörle bağlantılı olması) zincirleme bir etki alanına sahip olması. Bu, büyük bir ekonomik kütlenin inşaatla birlikte harekete geçmesi demek. İkincisi, inşaat firmalarının son dönemde hızlı bir şekilde büyümeleri ve görünür olmaya başlamalarıdır. Türkiye, dünyada en büyük 250 inşaat firması arasında 40-50’yakın firma ile Çin’den sonra ikinci sıradadır. Üçüncüsü, inşaat firmalarının mevcut iktidarla kurduğu ilişki biçimi ve büyük ihalelerin sınırlı sayıda aynı firmalara veriliyor olması. Bu da doğal olarak kamuoyunun ilgisini çeker. Dünya Bankası verilerine göre, Türkiye’de 5 inşaat firması dünyada en fazla kamu ihalesi alan 10 firma arasındadır.
Dördüncüsü, inşaatın krize çok açık bir sektör olmasıdır. Örneğin, 2018 krizinden sonra inşaat sektörü diğer sektörlere göre ciddi anlamda küçüldüğünden dolayı 700 bine yakın insan işsiz kalmıştı. Beşincisi, inşaatın finansla kurduğu bağdır. İnşaatların hem üretimi hem de talebi için finansmanına ihtiyaç duyulur. Üretim tarafında inşaat şirketleri, talep tarafında hanehalkı borçlanır. Bu da iki sektörü (inşaat-finans) birbirine bağımlı hâle getirir. Böylece konut arz ve talebi süreklilik kazanır ve bu da çoğu zaman krizle sonuçlanır. Son olarak, konutun sadece Türkiye için değil dünyadaki tüm insanlar için her daim önemli ve sürekli üretilmesi gereken bir ürün olmasıdır. Bu hem barınma hem de servet biriktirme aracı olmasından kaynaklanır.
Tüm bu nedenler siyasilerin fazlasıyla inşaata ilgi göstermesine neden olur. Bu, dünyanın her tarafında böyledir. Fakat Türkiye’de bunların dışında inşaatın uzun bir süredir bir büyüme stratejisi olarak daha da öne çıkmasını sağlayan nedenler mevcuttur. Yıkıcı deprem AKP iktidarının inşaat etrafında örülü bu ekonomi politiğinin diğer yüzlerini de görmemizi kolaylaştırdı.
Barınmanın liberal piyasa sisteminin kolayca çözemediği bir mesele olduğu çok açık. Bu yüzden, bazen mecbur kalarak kamunun da dâhil olduğu ve fonladığı bir alandır.
İnsanların beslenme dışında refahını belirleyen üç temel ihtiyacı vardır: Barınma, sağlık ve eğitim. Bu üç temel ihtiyacın kârşılanması konusunda da piyasaların dünya genelinde çok başarılı olduğu söylenemez. Arz düzeyleri ve nitelikleri halkın önemli bir kısmının çile çektiği alanlardır. Mevcut iktisadi sistem daha çok küçük malların yarattığı mutluluğu büyük temel ihtiyaçların kârşılanmasının önüne koymaktadır. Çikolata veya makârna yiyerek mutlu olmak ama ev alabilmek için 20-30 yıl beklemek veya hastalığın tedavisini sürekli öteleme durumunda kalmak veya daha niteliksiz eğitime maruz kalmak gibi.
Depremde kurtulan bir kadının “beni özel hastaneye götürmeyin” demesinde, hem içinde barındığı evin niteliği, hem tedavisini öteleme refleksi hem de görünen eğitim düzeyi bunun çok net resmidir. Deprem gibi pandemi de bize kimlerin kolayca acı çektiğini ve öldüğünü gösteren bir projektör işlevi görüyor. Pandemi de bu temel alanlardaki sorunları -barınmanın (kira ödemeleri), sağlık hizmetlerine eşitsiz erişimin ve eşitsiz bir kast alanına dönüşen eğitimin- bize göstermişti.
Konut her şeyden önce insanların içinde on yıllarca yaşadığı ve gelişimini sürdürdüğü bir mekândır. İnsanlar zamanlarının önemli bir kısmını bu mekânı edinmek için çalışarak harcarlar. Mekânı zamanları ile satın alırlar. Güç bela satın aldıkları evler de büyük oranda servetlerinin en önemli kalemini oluşturur. Çoğu insanın çoğu serveti, yaklaşık %80-90’ını, sahip oldukları evlerden oluşur. Zenginlerin servet düzeyi arttıkça çeşitliliği de arttığında gayrimenkulün payı da çok daha azalır (%20-30 civarında).
Bu yanıyla, çoğunluk için konut barınma, azınlık bir grup için ise gayrimenkuldür. Diğer yandan, ömürlerinde tek bir evleri olmadan ve kira korkusu ile hayatını sürdüren veya sonlandıran sayısız insan vardır. Barınmanın liberal piyasa sisteminin kolayca çözemediği bir mesele olduğu çok açık. Bu yüzden, bazen mecbur kalarak kamunun da dâhil olduğu ve fonladığı bir alandır.
Bunun için, örneğin ABD’de dahi Büyük Depresyon sonrası 1930’lardan itibaren devlet destekli/katkılı şirketler kurulmuştur. Dahası, yaygın konut problemi para politikasının seyrini de belirler. Düşük faiz politikası dünyanın birçok ülkesinde başvurulan bir metottur. Barınma problemini indirekt yollarla (düşük faiz ve borçlanmayı teşvik ederek) çözmenin ekonomi genelinde daha yapısal, sürdürülemez büyüme problemlerine neden olduğunu hem Türkiye hem de dünya genelinde gözlemliyoruz.
Barınma/konut edinme içerdiği dışsallıklar ve etki alanları açısından birçok açıdan bireysel bir kararın ötesinde anlamlar ve sonuçlar içerir. Özellikle şehirleşme, finansman ve konut güvenliği konuları bireysel tercihlerin ötesinde kamusal bir niteliğe sahiptir.
Siyasetin önünü açtığı şehir rant dinamiği sadece yeni konut alanları ile de sınırlı durmuyor; şehirlere dokusunu kazandıran yapılara, hastanelere, havalimanlarına, yollara veya köprülere kadar uzanıyor. Bu yüzden, içinde yaşadığımız şehirlere yabancılaşıyoruz. İstanbul’da örneğin, yeri değişmemiş bir üniversite veya hastane kaldı mı bilmiyorum.
İ) ŞEHİRLEŞME
Konutlar sosyal yaşam içinde tek tek bir anlam içermezler, toplu hâlde bir arada ortaya çıkan nitelikleri ile değer kazanırlar. Doğru şehirleşme insanların sağlıklı, fonksiyonel ve estetik bir ortamda kendi konutlarında bir yaşam sürmelerine imkân verir. Bir ülkenin görünen modernleşmesi sokaklarından başlar. Bu da dağınık, bağlantısız, gelişi güzel kişisel tercihlerden çok belirli bir planlama içerdiğinde ortaya çıkâr.
Yani şehirleşme bugünkü iktidarın anladığı anlamda inşaat şirketlerinin yayılma stratejilerine bağlı gelişen bir konut yığma durumu değildir. Mevcut hâliyle Türkiye’de şehirleşmeye temel rengini veren planlama ve sosyal refahtan ziyade şehir rantının boyutu ve niteliğidir. Bu durum metastaza uğramış hücreler gibi sürekli ve kontrolsüz bir şekilde büyüyen şehirler yaratıyor. Bu yanıyla, büyük şehirler ile Anadolu şehirlerinin görünen en önemli ortak özelliği tek bir tornadan çıkmışçasına yükselen binalarıdır. Bulundukları şehirlerle estetik bağları zayıf ve ayrık duran bu çimento blokları sanki bir gece vakti aynı anda oralara bırakılmışlar gibiler. Fakat böyle görünse de aslında bunda mevcut büyüme modelinin görünen siyasi eli olduğunu biliyoruz.
Siyasetin önünü açtığı şehir rant dinamiği sadece yeni konut alanları ile de sınırlı durmuyor; şehirlere dokusunu kazandıran yapılara, hastanelere, havalimanlarına, yollara veya köprülere kadar uzanıyor. Bu yüzden, içinde yaşadığımız şehirlere yabancılaşıyoruz. İstanbul’da örneğin, yeri değişmemiş bir üniversite veya hastane kaldı mı bilmiyorum.
Şehir merkezinde kalan ve rant değeri yükselen üniversiteler, kamu binaları veya hastaneler yerinden edildi; şehrin daha ücra alanlarına atıldılar. Böylece hem eski yerlerine rantı daha yüksek yeni inşaatlar yapılırken hem de taşındıkları yerlerde yeni inşaatlar yapıldı. Bu şehir rant dinamiğini anlamadan depremin neden bu kadar yıkıma neden olduğunu anlamak mümkün değildir.
Birçok alanda olduğu gibi, iktidarın ülke geneline yayılan ve sosyal refahı referans alan bir şehirleşme stratejisi hiç olmadı. Oysa şehirleşme kalkınma aşamasında olan ülkelerin iyi yönetilmediği takdirde hızlı ve aşırı göç, çarpık yapılaşma ve iktisadi/sosyal mekânsal ayrışma (gettolaşma) gibi sorunların baskısı altında üstesinden gelinmesi zor bir meseleye dönüşür. Bu aynı zamanda, bölgeler arası ve bölgeler içi kalkınmayı da direkt etkiler.
Örneğin, Anadolu’da belirlenmiş bazı şehirlerin daha fazla gelişmesine imkân sağlayarak hem büyük şehirler üzerindeki göç baskısını hem de bu şehirlerin çevre illere katkı sunması sağlanabilirdi. Şehirler birbirinden bağımsız düşünülemez. Bu yapılmadığından büyük şehirlerin nüfus ve ekonomi ölçekleri çok büyük, diğer şehirlerin ölçekleri de çok küçük kalmış durumda.
Son dönemlerde yapılan büyük projelerin (Üçüncü Boğaziçi köprüsü, Kuzey Marmara Otoyolu, Marmaray Tüneli, 1915 Çanakkale Köprüsü gibi) tamamının batı bölgelerinde yapılıyor olması batıya iktisadi ve nüfus yığılmasını daha da artırmakta, böylece doğudan batıya insan ve fiziksel sermaye akışı durmadığı gibi batıdan doğuya da bu anlamda bir akışkanlık olmaz. Bu yüzden, büyük şehirler daha fazla şişerken, diğerleri kuraklaşıyor. İlgi merkezi de hâliyle batıya kayıyor, bu yüzden doğu bölgelerinde deprem riski deprem öncesi gündemde çok tutulmadı, çoğu insan bu bölgelerin deprem açısından bu kadar riskli olduğunu deprem sonrası öğrendi.
Anadolu şehirlerinin genel görünümüne bir bakın, niteliksiz, küçük ölçekli yaygın bir hizmet sektörü, azalan ve önemsizleşen tarım faaliyetleri; yani ne gelişkin hizmet sektörleri ne de gelişkin sanayilere sahiptirler. Merkezi planlama ve ilgiden uzak kendi içsel rant ekonomilerine terk edilmiş durumdadırlar.
Bu yanıyla, politik ağ ilişkilerine ve yakınlık/akraba bağlarına gömülü olmayan yapılar da çok etkin çalışamaz. İnşaat bu ilişkilerin çok kolayca görülebileceği alanlardan sadece biridir. Müteahhit-siyasetçi denen ara-form bir sınıf iktisadi ilişkiler üzerinde baskın bir role sahiptir. Bu, daha büyük ölçekteki kamu-özel işbirlikleri projelerindeki durumun yerel versiyonudur. Depremin fay hatları ile bu simbiyotik ilişkilerin fay hatları üst üstedir.
İİ) KONUT FİNANSMANI
Konut finansmanı da bireysel tercihleri aşan dışsallığı olan bir konudur. Hem konut kredilerinin uzun bir döneme yayılması hem yüksek düzeyde olmaları hem de konjonktüre çok duyarlı olmaları iktisadi etki alanlarını zaman ve boyut anlamında genişletir. Firmaların ve hanehalklarının hızlı ve toplu bir şekilde borçlanmalarına neden olur. Yani bireyleri tek tek borçlanmanın ötesinde toplu bir borçlanma ile oluşan ve bu yüzden sadece borçlananı değil diğer herkesi de tehdit eden bir mekanizma işlevi görür.
İktidar inşaattan iki türlü fayda sağladı: salgıladığı büyüme hormonu ve sahada kurduğu direkt simbiyotik ilişki. Bu ilişkide inşaatçı için ise oluşan fayda da iki türlüdür: iktisadi kazanç ve politik koruma/artan nüfuz.
Konut edinmenin insanlar için önemli olması siyasetçilerin de bu alana girmelerine neden olur. Bu yüzden, inşaat sektörü çoğu zaman siyasetçilerin araçsallaştırdığı, inşaat şirketlerinin aşırı kâr motivasyonuyla hareket ettiği ve finansın da tahrik ettiği kırılgan iktisadi bir alandır. Bu üçlü ilişki ağı ile oluşan inşaata dayalı sermaye birikim modeli, dünya genelinde de sıklıkla inşaat kriz döngülerine neden olur. Fakat Türkiye’nin dünyadan farkı bunun aynı zamanda sermaye yıkım modeli olmasıdır. Yani ülkede finansal depremin binaları boş, insanları kredilerini ödeyemez hâle getirmesinin yanında (2018’de olduğu gibi), fiziksel depremin sermayenin yıkımına da neden olmasıdır. Yani ülkenin sermayesi üretken olmadığı gibi ayakta bile duracak durumda değildir.
Düşük faiz politikasının inşaat sektörü ile ilişkisi oldukça önemlidir. İnşaat sektörü faize çok duyarlıdır. Uzun zamandır ülkenin birçok yerinde hızla yükselen binaların sektörün ucuz finansman bulması ile yakından ilişkilidir. Son dönemde sektörel bir gerileme olsa da uzun süredir ciddi bir konut stoku oluşmuş durumdadır. Yani inşaatı hareket geçiren ismi üzerinde “politik” faiz oranıdır.
Fakat sorun neden bu finansman mekaniği depremden dolayı asıl yenilenmesi gereken mevcut konut stoku için işlemiyor olmasıdır. Bunun çözümü için devlet-şirket-ev sahibi ilişkisine bakmak gerekir. Kısaca ev sahiplerinin finansal kaynak problemi, şirketlerin kâr motivasyonu ve devletin isteksizliği sorunlu konutların yeniden üretimini yavaşlatmaktadır.
Konut problemini bu kadar kompleks ve sosyal refahtan ayrıştıran temel neden, AKP’nin iktidarının başından beri devletin ve piyasanın hangi alanlarda daha başarılı olabileceğine dair bir makro stratejik vizyonuna sahip olmamasıdır.
Fakat bu açmazda sorunun büyük oranda devlette olduğunu düşünüyorum. Bunu büyük oranda piyasaya havale etmiş ve ev sahiplerine yıkmış durumdadır. Normalde bu alana çok daha etkin şekilde girmesi, stok yenilenmesi için firmaları buna yönlendirmesi ve insanların üzerindeki yükü hafifletmesi gerekirdi. Fakat bunun yerine indirekt metotlar, yani düşük faiz politikasını tercih etme yoluna gitti.
Bu da sürekli yeni sorunlara kapı araladı ve konut piyasası katmanlı ve eşitsiz bir nitelik kazandırdı. Bir yandan, düşük faiz politikası ile birlikte sermayenin aktığı ve bunun neden olduğu yüksek ev ve konut fiyatları; bir yandan eşitsizliğin çok yoğun yaşadığı bir alana dönüşmesi -çoklu ev sahipliği ve ev sahipliğinde düşüşün aynı anda gerçeklemesi-; bir yandan ülkede konut mülkiyetinin daha kompleks bir hâle gelmesi (yabancılara konut kârşılığı vatandaşlığın bir varlık gibi satılması) ve bir yandan da yeni boş binalar ve bunun çok ötesinde deprem riskine açık büyük bir konut stoku çelişkisi.
Konut problemini bu kadar kompleks ve sosyal refahtan ayrıştıran temel neden, AKP’nin iktidarının başından beri devletin ve piyasanın hangi alanlarda daha başarılı olabileceğine dair bir makro stratejik vizyonuna sahip olmamasıdır. Her alanda piyasaya fazla güvenmesi sorunları olduğunun çok ötesine taşımıştır.
Diğer yandan, iktidar son 20 yıldır kamu finansmanını etkileyen ve sosyal refah kriterini ihlal eden inşaat ve toprak/orman kaynaklı çok sayıda kârar aldı. Sağlık bakanlığı bütçesinde artan inşaat harcamaları (şehir hastanelerine), inşaat firmalarının kurtarılması, verilen garantiler, vergi indirimleri, 2B orman arazilerinin satışı, imara açılan alanlar ve buna benzer çok sayıda unsur kamu bütçesini etkiledi.
Kamu bütçesinin oluşmasında mevcut hükümetin şehir rant gelirleriyle kurduğu ilişki oldukça etkili oldu. İmar afları ile birlikte yeni gelir kaynaklarına sürekli yöneldi ve tek seferlik gelir kalemleri arayışında bulundu. Dolayısıyla, bu da daha adil bir vergilendirme ve daha etkin harcamalar içeren bir bütçenin ortaya çıkmasının hep ötelenmesine neden oldu. Benzer şekilde, bu durum oluşan kent rantlarının sistematik ve kurallı bir şekilde vergilendirmesini de hep ötelendi.
Bu yanıyla aslında iktidarın inşaat sektörü ile kurduğu ilişki çift yönlüdür. Yani sadece bu sektörü kendi politik ve iktisadi amaçları doğrultusunda yönlendirmedi aynı zamanda ondan da etkilendi. İnşaatçılarla kurulan yakın temasın en önemli negatif sonucu zaten kısa olan iktidarın problem çözme ufkunu iyice kısaltmış olmasıdır. İktidar düşünme mekanizmasını ele geçiren bir algoritma işlevi gördü. Bunun özellikle izlenen faiz politikasında çok etkili olduğunu düşünüyorum.
İktidar inşaattan iki türlü fayda sağladı: salgıladığı büyüme hormonu ve sahada kurduğu direkt simbiyotik ilişki. Bu ilişkide inşaatçı için ise oluşan fayda da iki türlüdür: iktisadi kazanç ve politik koruma/artan nüfuz. Doğudaki depremin veya olası depremlerin etkilerini ve iktisadi politikaları bu ilişki çerçevesinde görmek gerekir.
Değişen yeni sistemde denetim firmaları kurayla seçilse bile ödeme yine inşaat şirketleri tarafından yapılıyor. İnşaat durduğunda ödemeler de duruyor. Kura ile seçilmenin de sahadaki gerçeği çok da değiştirmediği anlaşılıyor. Bu yüzden, hayati önemde olan bir alanda özel sektöre bu kadar alan açılması doğru değildir.
İİİ) KONUT GÜVENLİĞİ
Konutların dışsallık yaratan üçüncü özelliği güvenlikleridir. Güvenliğin temel unsuru dayanıklılıktır, yani zamana ve doğal afetlere (sellere, depremlere kârşı) kârşı koruma niteliklerinin olup olmadığıdır. Bu niteliği de belirleyen büyük oranda üretim maliyetidir. İnşaat firmaları da çoğu zaman maliyetten kaçınma eğilimi gösterirler. Piyasa başlı başına firmaların bu eğilimlerini önleyecek mekanizmalar sunamaz. Üç temel nedenden dolayı piyasa bunu tek başına çözemez.
Bunlardan biri, bilgi problemdir. Konutların güvenliklerine dair bilgi edinme bir uzmanlık alanıdır. Bunu çoğu insan direkt elde edemez, bilgi asimetrisi söz konusudur; bu yüzden bu sorunu müteahhitlerden sözlü güvenceler yoluyla çözmeye çalışırlar. İkincisi, konut yüksek fiyatlı bir ürün olduğu için müteahhitler talep yaratabilmek için fiyatı belirli bir düzeyde tutma veya daha fazla kâr edebilmek için maliyeti düşürme eğilimi içinde olurlar. Bu da konutun niteliğini/dayanıklılığını fazla dikkate almamalarına neden olur.
Üçüncüsü, insanların önemli bir kısmı yıllarca biriktirdikleri tasarruflarla bir ev almaya odaklanırlar, bu durum evin niteliğini ikinci plana itmelerine neden olur. Yani evin kendisine sahip olmak onun güvenliğinden önce gelir. İnsanların deprem gibi uzun dönem riskleri daha hafife aldıkları bilinen bir gerçektir. Aldığı konutun fiyatı düştükçe risk algısı da daha azalır. Kirada kalanlar için bu türden bir risk daha da geçiştirebilir bir hâle gelir. Kirayı ödeme telaşı insanları gelecekten çok bugüne yönlendirir.
Kamu bu sorunu çözmek için 2001 yılından itibaren yapı denetim şirketlerinin kurulmasını sağladı. Yakın bir zamana kadar inşaat şirketleri ya kendi seçtiler ya da kendi yapı denetim şirketlerini kurup kendilerini denetlediler. Bu aynen 2007-8 global krize giden süreçte finansal şirketlerin kendi derecelendirme kurumlarını seçmesi ve ödeme yapması gibidir. Yapı denetim şirketleri mevzuatı 2019 yılında değişti fakat bu geçen sürede inşaat şirketlerinin konutların güvenliği üzerinde belirleyici oldukları çok açık.
Değişen yeni sistemde denetim firmaları kurayla seçilse bile ödeme yine inşaat şirketleri tarafından yapılıyor. İnşaat durduğunda ödemeler de duruyor. Kura ile seçilmenin de sahadaki gerçeği çok da değiştirmediği anlaşılıyor. Bu yüzden, hayati önemde olan bir alanda özel sektöre bu kadar alan açılması doğru değildir.
Kamu denetiminin bu sürece çok daha etkin dâhil olması gerekir. Basitçe bu durum bile kamu müdahalesinin hayatının her alanında gerekli olduğunu göstermesi açısından önemlidir. İnsanlar hayatlarını kolaylaştıran birçok şeyin kamu müdahalesi ile gerçekleştiğini ancak bu durumlarda anlar. Kamu yetersiz kaldığı, inşaat firmaları kendi yöntemleri ile sorunu çözmeye çalıştığı ve insanlar kısıtlı imkanları ile çaresiz kaldığı için depremler toplu cinayete dönüşüyor.
Konutun güvenliği/dayanıklılığı ile ilgili olarak piyasanın dikkate almadığı diğer bir konu, sosyal ve bireysel faydayı ayrıştırmadaki başarısızlığıdır (iktisatçıların negatif dışsallık dediği durum). Deprem, iktisatçıların tabiri ile, sistemik bir risktir ve zemini temsil eder, fakat konutun kendi güvenliği spesifik bir risktir, yani tekil konutun dayanıklılığını temsil eder. Depremden kaçmak mümkün değilse de güvenli konutlarla bireysel risklerden kaçınılabilir. Fakat geniş bir bölge aynı anlayışta müteahhitlere bırakıldığında ve halkın önemli bir kısmının fiili anlamda depremi önemsemelerini engelleyen gelir kısıtları da olduğu düşünüldüğünde konutların artık kendileri de sistemik riskin unsuru olur.
Yani deprem çoğunluk için sistemik, küçük bir azınlık için özel risk olur. Dolayısıyla, konutların niteliği ile zenginlik arasındaki pozitif bir ilişki olduğu dikkate alındığında, olası büyük bir depremden yoksullar veya orta gelirli insanların daha fazla zarar göreceği açıktır.
Deprem sonrası depremin yıkıcı sonuçlarını insanların bireysel tercihlerine veya davranışsal eğilimlerine indirgeyen yaklaşımlar sıkça kullanılmaya başlandı. Bunun oldukça sığ ve haksız bir yaklaşım olduğunu belirtmek isterim. Her şeyden önce Türkiye’de toplum uzun süredir kuralsızlığa, patronaj ilişkilere ve politik kayırmacılığa gömülmüş bir durumdadır.
DEPREM SONRASI VE AHLAK SORUNU
Deprem de aynen pandemi gibi birçok şeyi daha açık görmek ve anlamak için projektör işlevi görmektedir. Piyasanın sosyal riskleri yönetemediğini, kendini düzenleyen mekanizmalarının olmadığını veya olsa bile bunun bireysel refahı sosyal refahtan ayrıştırarak yaptığına tanık oluyoruz.
Piyasanın çok şeyi araçsallaştırdığını ve metalaştırdığını kriz dönemlerinde daha sıklıkla tecrübe ediyoruz. Pandemide nasıl ilaç şirketleri ve eczacılar daha fazla kazandıysa şimdi de depremin yarattığı tahripten korunmaya çalışan insanların talep ettiği malları üretenler kazanmaya çalışıyor. Deprem sonrası oluşan ihtiyaç ürünlerinin fiyatları bunu açıkça gösteriyor. Çevre illerde kiralar 2-3 katına çıktı, konteyner fiyatları %30-40 kadar arttı ve battaniye fiyatları çok hızlı bir şekilde arttı.
Deprem bize GSM şirketlerinin sosyal niteliğinin de ne kadar önemli olduğunu gösterdi. Uzun süredir rekabetteki enerjilerini inovasyon dışında sadece kapsama alanlarını genişletmeye harcayan bu şirketlerin deprem bölgesinde baz istasyonlarını depreme dayanıklı binalara kurmayı dahi düşünmediklerini gösterdi. Bu durum depremde yardım çabalarını ciddi anlamda olumsuz etkiledi. İktidarın bu şirketlere (Telekom ve Turkcell’e), diğer birçok kuruma olduğu gibi, yaptığı atamaların niteliği sorgulanmalıdır.
Pandemi sırasında da benzer şekilde firma davranışlarının nasıl kolayca sosyal refahtan ayrıştırdığına tanık olduk. Pandemide düşük gelirli insanlar veya farklı sosyal gruptaki insanlar kendi kaderlerine terk edildi. Birçok ülkede bakımevi şirketlerinin hissedarlarının kârlarını artırmak uğruna kıstıkları maliyetler yüzünden yaşlı insanların hüzünlü ölümlerine şahit olduk.
Özel hastaneler Covid-19 hastalarını kabul etmekte isteksiz davrandılar. Bu yüzden birçok ülkede hastanelerin idareleri kamuya geçti (İspanya, İngiltere gibi). Pandemi sırasında hükümetler kamu sağlığı için birtakım kısıtlar uygulamaya koyduğunda, örneğin seyahat kısıtları veya ilaç fiyatlarını sınırlandırma gibi, ilaç ve havayolu firmaları bu kararı verenleri dava edeceklerini belirtmişlerdi.
Deprem sonrası depremin yıkıcı sonuçlarını insanların bireysel tercihlerine veya davranışsal eğilimlerine indirgeyen yaklaşımlar sıkça kullanılmaya başlandı. Bunun oldukça sığ ve haksız bir yaklaşım olduğunu belirtmek isterim. Her şeyden önce Türkiye’de toplum uzun süredir kuralsızlığa, patronaj ilişkilere ve politik kayırmacılığa gömülmüş bir durumdadır.
Değer yaratmak yerine değer devşiren bir sosyal ve iktisadi yapı içindeyiz. Yukarıdan aşağı doğru inen bu yapının tüm yasal ve ahlaki çeperleri zorlanıyor. Kamuda iş bulma/yükselmelerden tutun, ihalelere, imar aflarına, varlık barışının kirli paralarına, rant ilişkilerine veya çok maaşlı memurlardan her alanda bunu görmek mümkün. Ülkede çok yaygın, kayırmacı ve haksız bir politik yeniden dağıtım mekanizması işliyor.
Bu türden bir sosyal ve ahlaki değer kaybının yaşandığı bir yapıda depremle oluşan yıkımdan dolayı halkı suçlamak en kolaycı yoldur. Bir ev alabilmek için yıllarca çalışan kent yoksullarını zemin etütleri ile ilgilenmedikleri için itham etmek haksızlıktır. Çünkü politik olan her alanı kuşatmış durumdadır. Herkes bundan az veya çok etkilenir çünkü sosyal etkileşimler veri sosyal yapı içinde şekillenir.
Kuralların esnediğini gören herkes avantaj sağlamak için bu sürece dahil olma eğilimi gösterir. Kayırmanın işe yaradığına dair toplumda bir anlatı başladığında kuralların nereye kadar esneyebileceğini tahmin etmek zordur. Örneğin, Antakya’da kolonları kesilen bina için suç duyurusu takipsizlikle sonuçlandığında bu sadece münferit bir olay olarak kalmaz. Bu olayın bilgisi yayıldığında yaygın bir davranışın gerekçesine de zemin sağlar.
Bu yüzden bu davranışların düzeyini büyük oranda kuralların niteliği ve yaptırım düzeyi belirler. Örneğin, Hatay’ın Erzin ilçesi Belediye Başkanı sadece imar kurallarını uyguladığı için depremden dolayı önemli bir hasar oluşmadı. Siyasetçinin seçilme motivasyonu düşünüldüğünde bu durum bir yanıyla zor bir meseledir.
Fakat politik olanın asimetrik gücü dolayıyla merkezi olmayan yapılardan bir üstünlüğü vardır. Kural bir kez uygulandığında ve süreklilik kazandığında bu herkesi bağlar ve sınırlı bir çıkar grubunun çekim alanında çıkar ve genel halkın yararına çalışır. Bu yanıyla sosyal ve politik olanın insanların davranışları üzerinde etkisi göründüğünün çok ötesindedir. Bu yüzden, milletlerin/halkların ahlaklarına dönük indirgemeci yaklaşımlara daha ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Bir millete dönük belli ve değişmez hasletler yoktur. 19. yüzyılda Almanlar İngilizlere göre tembeldi; Japonlar sahte iş uzmanıydılar. Ama bugün durum farklı.
Son olarak, deprem sonrası oluşan dayanışmanın ulusal ve uluslararası boyutu insanlık açısından çok değerlidir. Kamusal fayda sadece devletin dâhil olduğu ve müdahale ettiği bir alan değildir; toplumun devlet karşısında daha güçlü olmasının da yolu bu tür dayanışma biçimlerini destelemek ve sürekli kılmak gereklidir.