İktidar, muhalefet bileşenlerinin bir araya gelme olasılığını hissettiği an, akıllıca olduğunu düşündüğü “Beş benzemezi bir araya getiren şey ne?” sorusuna sarılıyor. Hani bir zamanlar derlerdi ya ‘Böyle muhalefet her iktidara nasip olmaz.’ Uzun zamandır durum tam tersi. Zira hakikaten böyle iktidar her muhalefete nasip olmaz. Uzatmadan iktidarın sorusuna cevap verelim, beş benzemezi bir araya getirmeye çalışan o şeyin adı; toplum. Kurumların içinin boşaltıldığı, yargının güdümlü, yasamanın işlevsiz hale getirildiği ve yürütmenin tek adama indirgendiği kapkaranlık bir dönemden geçiyoruz. Zulmetmedikleri tek bir zümre, hakkına girmedikleri tek bir yurttaş kalmadı. Eğer doğru adımları atabilirsek, yeniden inşa süreci için tarihi bir fırsat var önümüzde. Herkes hukuk karşısında eşitlenmek istiyor. Türkiye’yi eşitlik temelinde yeniden inşa etmenin tek yolu da iktidarın bir araya gelmelerinden korktuğu beş benzemezin, yani Kemalistlerin, muhafazakârların, solcuların, milliyetçilerin ve Kürtlerin muhasebe ve muhakeme ile, kol kola, olmuyorsa omuz omuza yollara düşmeleri. Bu saydığım grupların hepsinin iki ortak özelliği var. Birincisi, hepsi şu ya da bu şekilde bütün bu yaşadıklarımızda sorumluluk sahibi. İkincisi, hiçbiri bir diğerinden pek haz etmiyor. Bence mükemmel bir başlangıç noktası. Çünkü ihtiyacımız olan yeni bir zümre iktidarı değil, herkesin söz sahibi olduğu bir müzakere masası. Haksız mıyım? Kemalistler, muhafazakârlara “Sizi de gördük” diyeceklerine ya da Kürtlere hâlâ şüpheyle bakacaklarına oturup karşılıklı konuşsunlar bakalım. Zira ne AKP kendiliğinden zuhur etti ne de Kürtler durduk yerde isyan etti. Muhafazakârlar da ne diye yola çıktıklarına ne vaat ettiklerine ve nereye vardıklarına bakmalı. Adalet, eşitlik ve özgürlük diye düştükleri yol zulümle, rantla, rüşvetle, nepotizmle yoğrularak cihanşümul bir çürümeye çıktı. Böyle olunca muhataplarının kusurlarını sayıp dökmeden evvel kendilerine, nasıl olup da bunca acının faili olduklarını sormaları gerekiyor. Solcular ise sınıf çelişkisinin ve yoksulluğun belirleyici olduğu bir ülkede neden dertlerini kimseye anlatamadıklarını sormalılar kendilerine. Milliyetçiler gelecekte var olmak isteyip istemediklerine karar vermek zorunda. Kullandıkları ayrıştırıcı dilin ülkeyi parçalamaktan ve insanları birbiriyle konuşamaz hale getirmekten başka bir işe yaramamasından ders almalılar. Yaşadıkları onca acıya ve kayıplara rağmen öfke seline sabırla set kuran ve bir arada yaşama azimlerini hiç kaybetmeyen Kürtlere soru soracak yüz kaldı mı kimsede? Geriye kalan herkesin onlara soru sormaktan çok anlattıklarına kulak kesilmesi lazım. Ama yine de illa bir şey demek lazımsa, ki diğer mahalleler bu konuda ısrarcı olacaktır, tek bir şey söyleyebilirim; parçalamakla itham edildiğiniz bu toprakları bir arada tutacak söyleme önderlik etmeye devam edersiniz umarım. Umarım ilk adımı atmaya dair azim ve dirayetiniz hiçbir zaman kırılmaz. Peki ya siyasi partiler? İktidar, Türkiye’nin mahallelerini hamaset dolu monologlarla gettolaştırmaktan başka bir şey yapmıyor. Onların, uzun ve öldüresiye sıkıcı vaveylaları arasında birbirimizin sesini duyamıyoruz. Hakikatle ve birbirimizle olan bağlarımızı böyle kopartıyorlar. Demek bize düşen başlarımızı gettolardan çıkarıp yakın temaslar kurmak, diyaloglar geliştirmek. Hakikate başka nasıl varılabilir? Şüphe dolu, küçümseyen bakışlar ve soğuk, imalı sözler değil mi bizleri bu hale sokan? Siyaset müzakerenin, demokrasi ise halkın iradesinin yolu değil mi? Nerede müzakere? Nerede halkın iradesi? Münakaşanın yarattığı kargaşadan öte ne var siyasette? Muhalefetin arzusunun, amacının, idealinin iktidarı devirmek yerine demokrasiyi ve hukuk devletini inşa etmek olması gerekmez mi? Bu iktidar devleti ahtapot gibi saran köhnemiş zihniyetin aparatından başka ne ki sürekli onu düşünerek zamanı heba edelim. Siyasetçiler özgün kimlikleri ile ama kendi fikirlerini dayatmadan ve kimseyi de ötekileştirmeden oturamıyorlar mı masaya? Buna dönük feraset ve cesaretten yoksunlar mı? Yaralanmayan kaldı mı bu topraklarda? O halde yaralarımızı kaşımak veya onlara bakıp kin içinde çürümek yerine yaşama tutunsak ve gelecek nesiller de bizler gibi yaralanmasın diye mücadele etsek daha güzel olmaz mı? Geleceği geçmişin hayaletlerine kurban vermenin kime faydası var? Bize geçmiş adı altında vurdukları prangaları kırmadan nasıl özgür kalabiliriz? Ezberletilmiş repliklerle, birilerinin verdiği suflelerle birbirimizi kırıp dökmenin ne faydası var? Yetmedi mi hayalbaz ve yardakçısının gölge oyununa figüran olduğumuz? Siyasetçiler mi topluma yoksa toplum mu siyasetçilere güvenmiyor? Bu sorunun cevabı içinde bulunduğumuz yerinde sayma sorununun da başlıca sebebi. Toplumun umudu, değişime olan hevesi siyasetin çok ilerisinde. Olanca acıya, ayrıştırmaya rağmen toplum hala güçlü şekilde ortak yaşama doğru adım atma gayreti içinde. Peki ya siyasetçiler? Birikmiş onca acının ve kaybın isyanını demokrasi talebine dönüştürebilecek güçten acizler mi? Muhalefetin aşması gereken iktidar mı yoksa ona hakim olan zihniyet mi? Türkiye’de sorunun kaynağı eski zamanlarda toplum, yakın zamanlarda ise çeşitli kurumlar olarak görüldü. Oysa sorunun kaynağı doğrudan, bizatihi mevcut siyaset tariflerimiz. Siyaseti gelecek tahayyüllerimizi müzakere etmek yerine, hatta geçmişin bir hesaplaşmasını üretmek yerine ağız dalaşı, polemik ve bomboş propaganda çalışmalarına indirgeyen siyaset tariflerimiz... İktidar paydaşlarının önceliği ve derdi sülük gibi halkın kanını emerek sürdürdükleri sefalarını devam ettirebilmek. Devletin bekası diyerek milletin ikbalini karartıyorlar. Buna yalnızca beş benzemez bir araya gelip, ortak bir heyecan yaratarak engel olabilir. Sıradan bir süreç ve seçim yok karşımızda. Olağanüstü zamanlarda olağan şartlardaymış gibi tavır takınıp söz söylemenin, geçmişi aşamamanın, mevcut zihniyetle pazarlık yapmanın, yıkıma hizmet etmekten öteye geç(e)meyeceğini görmemiz gerekiyor.