Baykal’ın halkla, tabanla garip bir ilişkisi hatta onlara dönük bir tutkusu vardı. Siyasetin formalist özelliklerine mukabil bir taban ve güç ilişkisi olduğunu daima hatırladı ve kullandı. Ne var ki, bu da ancak popülist bir anlayışla yapılabilirdi. Siyaset Bilimci Hasan Bülent Kahraman yazdı
İkinci dönem SHP dönemidir. SHP, Türkiye’de klasik ve geleneksel/gelenekçi Altı Ok’a karşı ilk kez
reel sosyal demokratik tezlerin tartışıldığı partiydi. Konjonktür onu gerektiriyordu. Baykal’ın yandaşlarıyla birlikte sonradan SHP’ye dönüşecek SODEP’e girdiği yıl ve bilhassa yeniden milletvekili seçildiği 1987 yılında, dünya Soğuk Savaş sonrasındaki büyük değişimi hatta kopuşu yaşamaya doğru ilerliyordu. Bir yıl sonraki Kurultayda onca aradan sonra Genel Sekreter seçilmesi Baykal’ın sürdürdüğü taban politikasındaki başarısının kanıtıdır. Belirttiğim gibi içe dönük, mikro siyasetlerde Baykal’ın bileğini bükmek neredeyse olanaksızdı. Siyaseti varlığının doğrulanması olarak görüyor ve onu öncelikle bu optikten bakarak ele alıyordu.
Aynı yıllarda sosyalizmin temel kavramları değişiyor, neo-liberal politikalar öne çıkıyor, sivil toplum başlı başına bir siyaset aktörü olarak beliriyordu. SHP bu yeni ‘bagajı’ benimsemeye çalışırken ve ulus-devlet sonrası, katı merkeziyetçi, yukarıdan inme modernleşme politikalarına yeni yanıtlar ararken, Baykal’ın sürece ideolojik açıdan da belli bir zihinsel katkıyla da dahil
olmadığı gerçektir. CHP’den sonra bu defa SHP’yi sıçrama tahtası görüyordu.
İlerleyen dönemde partiyi ele geçirdiği söylenebilir. Fakat belirttiğim sol momentum Baykal’ın, her şeye rağmen daha liberal bir çizgide duran İnönü’den güç alan çevreyi aşmasını olanaksız kıldı. 1990’da İnönü’nün ani bir hamleyle Baykal’ı ‘düello’ya davet etmesi üstüne zor-şer GB adayı olan Baykal, öncesinde çok farklı bir politikayla temayüz etmişti. 1989’da Paris’te Kürt Konferansı’na katılan ve o dönemde SHP milletvekili olan Kürt politikacılar Genel Sekreter Baykal’ın hışmına uğramıştı. Hazırlanan, Baykal’ın yazıcılarından olduğu ve içinde hiç ‘Kürt’ sözcüğünün
geçmemesiyle maruf
Kürt Raporu bir yana milletvekillerinin partiden ihracında da Baykal ağırlığını koymuştu. Genel Sekreterin tutumu ve yaklaşımıyla SHP’nin anlayışı arasında dağlar kadar fark vardı.
SHP tarihi Baykal için üç büyük meydan muharebesi yenilgisiyle kapanacaktı. Son kurultayda İnönü’yü alt ettiği söylenebilir. Ama 1991 seçimleri ertesinde DYP-SHP koalisyonu kurulmuştu. Bu defa buz gibi, herkesin paltosuyla oturduğu salonda İnönü’nün değil ‘hükümetin’ dolayısıyla da Baykal’ın seçilmesi durumunda koalisyonun bozulmasından korkan Başbakan Demirel’in ağırlığı hissediliyordu. DYP’li bakanlar bile İnönü lehine kulis yapıyor, ‘ihtiyaçları’ karşılıyordu. Baykal küçük bir farkla kaybetti.
Öte yanda gelişen, gelişmesi de gereken demokratik Kürt siyasetine daima uzak durdu. Türkiye’nin bu en önemli sorununun çözümünde de (!) Davutoğlu’nun onu nitelendirmesiyle ‘milli muhalefet’ çizgisini korudu.
Sonraki öykü CHP’de başlar. Bu partiyi açtıktan, başına geçtikten ve SHP’yi ilhak ettikten sonra yapılan seçimlerin dökümünü yukarıda verdim. Ötesi de var. Baykal’ın kesintilere rağmen 1992-2010 arasında devam eden GB’lığı döneminde Türkiye’deki demokratikleşme siyasetine geleneksel CHP bürokratik elitinin yaklaşımını yansıttığı rahatlıkla söylenebilir. 1990’lı yıllardaki seçim başarısızlıklarının önemli iki nedeni söz konusudur. Birincisi, demokratik siyasetin dışında kalarak CHP’yi içine kapalı ‘tarihsel’ bir partiye dönüştürmesi, ikincisi, dönemin yalpalayan sağ siyasetleriyle kurduğu temaslar, o hükümetlerde yer alması ve kendi dışındaki sola şiddetle diyebileceğim düzeyde kapalılığı.
Bütün bunlarda Baykal’ın git gide daha ulusalcı yani ‘milliyetçi’, geleneksel değerlerle bütünleşmiş zihniyetinin payı büyüktür. Hayatının bir döneminde az veya çok muhatap olduğu sol kültürü Baykal’ın sonradan anımsadığını gösteren hiçbir kanıt yok-işaret ettim. Aksine, 1997’de 28 Şubat döneminde orduyu ‘sivil toplum örgütü’ diye tanımlaması o çizgiden nereye kadar uzaklaştığını gösterir. Onunla da kalmaz. Bu tanım aksak gedik ilerleyen ve güçlenmeye çalışan sivil toplumun üstüne de ağır bir gölge düşürür hatta baltalar onu. Başörtülü gençlerin üniversiteye girmesine de Baykal çok sert şekilde karşı çıkıyordu. Ardından 2007 seçimlerinde Gül’ün Cumhurbaşkanlığını engellemek için Anayasa Mahkemesi’ni kullanması, o bürokratik elitle jüristokratik bir koalisyona gidip olamayacak 367 kararını çıkartması CHP’nin savrulduğu ‘yeni’ çizginin en vurucu hamleleriydi. Cumhuriyet mitinglerini desteklemesi ve bizzat içinde yer alması gene Baykal-demokrasi ilişkisinin konumunu göstermesi bakımından ilginçtir. 1991 Temmuz’unda İsmail Cem’le birlikte geliştirmeye çalıştığı ve ertesinde hemen unuttuğu
Yeni Sol kavramının ardından bu defa 2001 yılında, her ne kadar bazı yakınlarına bazı haddinden fazla zayıf metinler yazdırtsa da hiçbir temeli, dayanağı olmayan, üstelik İttihatçıların üretip Şeyh Edebali’ye mal ettikleri bir metni gerçek sanarak
Anadolu Solu kavramını ortaya atması bu ‘pragmatist’ ama özden yoksun politikaların bir başkasıydı. Sosyal demokrasi ise bu söylemde sadece ‘retorik’ bir sözcüktü.
Gelişen, gelişmesi de gereken demokratik Kürt siyasetine daima uzak durdu, Baykal. Türkiye’nin bu en önemli sorununun çözümünde de (!) Davutoğlu’nun nitelendirmesiyle ‘milli muhalefet’ çizgisini korudu. Sınır ötesine yapılan harekâtı savundu. Halbuki o da muhalefette olduğu ve hükümeti zayıflatmak için 1 Mart Tezkeresine karşı çıkmıştı. İçe dönük siyaset anlayışıyla yakın çevresiyle çelişmekten ve onları yanından uzaklaştırmaktan çekinmedi. İsmet İnönü kendisini yenen Ecevit’i, Ecevit CHP’yi açıp başına geçerek kendisini yenen Baykal’ı partiye taşımıştı. Bir defasında bir defasında bu geleneği kendisine hatırlatıp onu yenecek kişiyi neden partiye taşımadığını sorduğumda şakayla karışık ‘ben iyi öğrenciyim, dersimi aldım’ demişti. Şaka yaparken gerçeği söylüyordu. CHP’yi kendi partisi haline getirmişti. Türkiye’nin büyük bir açılım olanağını yitirmesine zemin oluşturmuştu.
III
Çizdiğimiz bu siyaset kimliği, portresi nereden kaynaklanıyor sorusunu yanıtlayarak bitirelim.
Türkiye’de meşru solun, tabiriyle söylersek demokratik solun ve sosyal demokrasinin çok önemli bir özelliği ilgili partilerin başına tabir caizse ‘kök’ten bir sol kimliğin gelmemesidir. Mümkün olabilir miydi sorusu asla meşru ve geçerli değildir. Çünkü tüm yoksunluğuna karşın Türkiye daha 1960’larda reel solu çok ciddi şekilde üretmiştir. TİP unutulmaz bir deneyimdir. Ertesinde de eğer istenseydi kullanabileceği büyük potansiyel vardı. Buna rağmen CHP o sola sadece 1970’lerde sosyal demokrasiyle karşılık verdi ve sonra çeşitli ricat manevralarıyla pozisyonunu terk edip kurucu parti kimliğine ve ideolojisine döndü. Bu meyanda 1970’lerin Baykal’ının solla hiçbir ilişkisi olmamıştır, o ilişkiyi kanıtlayacak tek bir kanıt gösterilemez.
Erken döneminde edebiyatçı ve hayli muhafazakâr tepkiler veren Ecevit hala en ileri giden sol oku atan kişidir. Fakat unutmayalım ki, 1960’ların sonuna doğru açtığı sol çığırdan bizzat kendisi ürkmüş, 1980 sonrasında önce ‘demokratik sol’ tabirini ‘sosyal demokrasi’nin karşısına, bu adlandırmanın Marksist kökenden geldiğini ve bize ‘uymayacağını’ söyleyerek, çıkarmış, daha sonraki dönemlerde de git gide sağ bir politikaya sürüklenmiştir. Sadece Ecevit örneğinin bile başlı başına bir gösterge olarak ele alınması şarttır.
Erdal İnönü solla hayatının hiçbir döneminde temas etmemiş sadece sezgisel bir demokratlığı benimsemiştir. Tıpkı Ecevit gibi İnönü’nün demokratlığı ve solluğu da Batı liberal demokratik kültüründen ibarettir. İngiltere’den hayli etkilenmiş bu iki genel başkan da o ülkedeki reel sol geleneği tamamen yok saymıştır. 1980’lerdeki SHP’nin çekirdeğinde mevcut olan sol unsurlar büyük bir baskıyla geriletildikten sonra genel başkanlığı kazanan Murat Karayalçın, 1968 olaylarının yaşandığı bir Mülkiye’de açıkça sağ eğilimli kulüplerin üyesidir. İçinde bu satırların yazarının da bulunduğu ekibin Karayalçın için hazırladığı ‘Kurultay Bildirgesi’ iktidar döneminde, sol içeriğinden soyutlanması bir yana, tamamen teknolojik bir kavramlaştırmayla sunulmuştu.
İkinci önemli neden geleneksel CHP’nin bürokratik elitist, dolayısıyla muhafazakâr eğilimleridir. Ayrıca elit kuramını çalışmış bir akademik olarak Baykal’ın Hukuk Fakültesi mezuniyeti, SBF asistanlığı ve öğretim üyeliği, siyasetini belirleyen, fizik, retorik hatta giyim kuşam gibi faktörler, kentli ve entelektüel bir görüntü vermesi onu tek parti döneminde CHP içi elite verilen tabirle ‘lordlar kulübü’nün bir üyesi haline getirmişti. Nitelikleri savrulmalarını doğurdu. O kadar ki, 1990’larda yapılan geniş katılımlı araştırmaların açık şekilde gösterdiği gibi CHP de giderek kentli, yüksek gelir grubuna mensup, iyi eğitimli, yaşlı kesimin partisi oldu. O sırada hızla değişen Türkiye’den çok farklı ve uzak bu taban dönemin seçim sonuçlarını doğuran aslî amillerdendir. Bu tutum Türkiye’deki siyasetin
kulturkamp (kültür savaşı) olarak biçimlenmesine de yol açtı. 2002 sonrasında CHP muhalefeti siyaseti sadece kültürel değer ve sembollere indirgemişti. Daha sol bir anlayış benimsenseydi iktidarın sarsılması daha kolay olacaktı. Oysa Baykal ve çevresi Akpartiyi güçlendiren sosyal nedenleri okumaktan bile acizdi.
Sonunda Kılıçdaroğlu geldiğinde Baykal’ın CHP’sinden geriye hayli, yıpranmış, gerilemiş, bir dönem kendi geliştirdiği çizgileri terk edip unutmuş, geleneksel, çekirdek oyunu benimseyerek içselleştirmiş bir parti kalmıştı.
Yine de bir noktada haksızlık etmemek gerek. Tüm bu özelliklerine karşın halkla, tabanla garip bir ilişkisi hatta onlara dönük bir tutkusu vardı Baykal’ın. Siyasal pratiğin taban ilişkilerini her zaman ideolojik tercihlerin önüne aldı. Tabanla ve kürsüyle kurduğu ilişkinin pragmatik siyaseti için yeterli olduğuna iman etmişti. Siyasetin formalist özelliklerine mukabil bir taban ve güç ilişkisi olduğunu daima hatırladı ve kullandı. Ancak
popülist bir anlayışla uygulanabilirdi o siyaset ki, Baykalcı pragmatizmle popülizm arasında bir Çin Seddi olduğunu kimse söyleyemez. Sonunda Kılıçdaroğlu geldiğinde Baykal’ın CHP’sinden geriye hayli, yıpranmış, gerilemiş, kendi geliştirdiği çizgileri terk edip unutmuş, geleneksel, çekirdek oyunu benimseyerek içselleştirmiş bir parti kalmıştı.
1990’lı yıllarda çok yakın ilişkide bulunduğum, sonra da ilişkimi koruduğum, kişisel olarak sevdiğim Baykal’ı yüzüne karşı da yazılarımda da siyaseten çok eleştirdim. Şimdi de elbette eleştiriyorum ama iyi duygularla ve sıcak dostluğuyla anıyorum.